Bu Blogda Ara

27 Ekim 2013 Pazar

BELÇİKA BELÇİKA HOLLANDA / Part 1 - Amsterdam


Yazının başlığına aldanmayın, o başlık çocukluğumuzun tekerlemelerinden kalma; ben gezip gördüğüm sırayla önce özgürlükler şehri Amsterdam’ı, sonra masal şehirleri Gent ve Bruges’u anlatacağım sizlere…

Sonradan gelen bir küçük kırmızı not: Amsterdam yazısı biraz uzun oldu. Brugge ve Gent için ayrı bir yazı yazacağım.

AMSTERDAM

Hostelden Nieuwendijk
Önce hostel tavsiyesiyle başlayalım. Ucuzundan bir tatil planlıyorsanız dorm tarzı hostelleri tercih edebilirsiniz. Kalabalık gidiyorsanız ev tutmak da güzel bir seçenek ama bir iki kişi gidiyorsanız daha ucuza gelmeyecektir. Benim kaldığım hostel, dorm tarzı olmasına rağmen diğerlerinden birazcık daha pahalıydı. Yurt dışında ilk kez kalabalık bir odada kalacağım için risk almak istemedim. Flying Pig Downtown, birçok insandan övgüyle dinleyeceğiniz bir hostel. –Bir de Uptown var, oraya kefil olmuyorum. Siz Downtown’da kalın, daha merkezde.- Kolay arkadaşlık kurabileceğiniz güzel bir ortamı var. En çok tercih edilme sebebi ise hosteldeki “smoking room” nedeniyle coffeeshop’a ihtiyaç duyulmaması olabilir ;) Ben 16 kişilik odada kaldım ve 16 kişiye rağmen hiç sorun yaşamadım. Daha az kişilik odalar da mevcut.

Smoking” demişken daha yazının başında hemen araya sokayım. Amsterdam’da esrar sadece coffeshop’larda içiliyor. “Ay özgürlükler şehri, ay burada yasal zaten” diye öyle bir cigara sarayım, iki tur atayım diyemiyorsunuz yani. Ben tütün insanı olduğum için sıklıkla ot içiyorum sandılar. Önce bir kafede garson geldi, onu burada içemezsin diye. Sonra müze girişinde sıra beklerken güvenlik görevlisi dibime kadar girip kokladı elimdekinin ne olduğunu anlamak için. Evet, yanınızdan elinde cigarayla geçenler oluyor. Alakasız yerde “Koku geldi, burada coffeshop mu var?” diye çevrenize bakabiliyorsunuz ama o insanlar da bunu göze alıp takılıyorlar. Bu da kulağınıza küpe olsun, benden söylemesi.

Central Statiton
Hostele dönecek olursak, Schiphol havaalanından trenle yirmi dakikada şehir merkezine gideceksiniz. Hostel merkez istasyona çok yakın, beş dakikalık bir yürüme mesafesi. (Gerçi Amsterdam’da her yer yürüme mesafesi)

Ben Amsterdam tatilimi “Yürümekle yollar aşınmaz” diye anacağım, çünkü havaalanı ve Belçika yolcuğu dışında bir kez bile vasıta kullanmadım. Havanın çok soğuk olması nedeniyle ve sürekli yağan yağmurda (evet, yaz aylarını bilmem ama ekim gibi gidiyorsanız kesinlikle yanınızda kalın giysiler götürün) incecik tekerlekli bisikleti kullanmaktan kaçındım, ama siz mutlaka şehri bisikletle dolaşmaya çalışın. Yaya olduğunuz sürece de bisiklet kazasına kurban gitmemeye özen gösterin.

Benim yürürken en çok kurduğum cümle “laaaaan, koca şehirde bir tane bank yok laaannn” oldu. Evet arkadaşlar, bir kafeye oturmadığınız takdirde durup dinlenemiyorsunuz. Takılıp takılıp banklarda sızılmasın diye mi bilmiyorum, şehirde sadece bir yerde oturup dinlenmelik bank gördüm.

Eminim coffeshop ve smartshop’a gitmeden dönmeyeceksiniz, ama ben bu yazıda daha ziyade tatilin “kültür sanat” gezisi kısmını anlatacağım. Space cake, truffle vb tavsiyeleri giden gören arkadaşlarınızdan birebir almanız daha hayırlı olacaktır. (Hiç değinmeden geçemeyeceğim; biz Greenhouse ve Leidseplein’deki Bulldog’a gittik. Tavsiye ederim. Bulldog aynı zamanda alkol de alabileceğiniz bir coffeshop olarak diğerlerinden biraz daha ayrılıyor.)

Dam Square
Dam Meydanı’na mutlaka yolunuz düşecektir. Hostelim oraya çok yakın olduğundan ve ne zaman kaybolsam bir şekilde yolum oraya vardığından “Bütün yollar Dam’a çıkar” diye hatırlayacağım. Madame Tussauds müzesi hemen bu meydanda. Ben daha önce başka bir şehirde gezdiğim için Amsterdam’dakine girme gereği duymadım, kefil olmuyorum.

Damrak Caddesi, istasyondan Dam Meydanı’na yürüdüğünüz ana cadde. Seks müzesi vs bu caddede. Çok dandik görünüyordu, girmedim içine. Bir de Red Light District’te yeterince travma yaşadığım için kaldıramayacağımı düşündüm. :) Bu caddede bilumum souvenir dükkanı ve patatesçi göreceksiniz. (Amsterdam’da ucuz tatil için patates kızartması güzel bir çözüm. O kadar çok yürüyünce kilo da almıyorsunuz merak etmeyin. Ben döndüğümde “ne kadar zayıflamışsın” bile dediler.) Mutlaka farklı soslarla patates deneyin, ama küçük boy alın. Benim gibi –bilenler bilir, iştahımın maşallahı var- bir insana bile orta boy çok geldi, ziyan ettim. Genel olarak porsiyonlar her yerde dolu dolu geliyor, siz o yüzden en küçük boyları tercih edin. (Bu arada, dediğim hostelde kalırsanız bu caddenin hemen paralelinde kalıyor olacaksınız)

Mutlaka I Amsterdam kartı alın. İstasyonun hemen karşısındaki turist büroda satılıyor. Birçok müze, şehir içi ulaşım ve kanal turu vs dahil. Bence iki günlük alın, rahat rahat gezin. Benim yanımdaki arkadaşım, “aman biz o kadar gezmeyeceğiz, pahalıya gelir” diye aldırmadı ve daha günün yarısı bitmeden almayarak zarar ettiğimizi fark ettik. Siz arkadaşınızı dinlemeyin, alın o kartı.

Boat house
Şehri gezmeye kanal turu ile başlayabilirsiniz. Önce bir derli toplu her yeri görmüş olursunuz. Rehberden öğreneceğiniz bilgiler de ilginç olacaktır. Ben boat house olayına bayıldım örneğin. Kanal turu yaparken kanalların üzerinde birçok bot ev göreceksiniz. 2500 tane varmış ve artık daha fazlasına izin verilmiyormuş.

Amsterdam zaten kanal şehri. Yürürken kaybolup her kanal gördüğünüzde “kurtulduk, burayı biliyorum” havalarına girmeyin. (Ki Amsterdam’da kaybolmak pek bir güzel, korkmayın.) O kanalların hepsi birbirine benziyor. Doğru yolda olduğunuzu sanırken ters istikamette yürüyor olabilirsiniz. Açın haritanızı bakın, en olmadı birilerine sorun. Herkes İngilizce biliyor zaten, çok da yardımsever insanlar. Yalnız “Yürüyecek misiniz? Orası çok uzak” laflarına kanmayın. Uzak dedikleri yer, en fazla yirmi dakikalık mesafe oluyor çoğu zaman.

Kanallar....
Amsterdam’da öyle gece hayatı pek yok. Belirli bir saatten sonra sokaklar ıssız. Kulüpler biraz daha uzak yerlerde. Ve herkes -tüm gün takılmanın getirdiği mayışıklıktan olsa gerek- erkenden uyuyor. Kaç kez “iki saat sonra uyandırın, dışarı çıkacağım” derken sabaha kadar uyudum bilmiyorum. “Erkenden uyuyacak mıyım yani?” diye utançla odaya çıkıp odanın yarısının çoktan uyuduğunu gördüğüm de çok oldu.

Yine de, ille de gece kulübe gidip çılgınlar gibi dans edeceğim diyorsanız yoldaki polise bile sormanız yeterli. Size keyifle gece hayatı tavsiyeleri verecektir. Leidseplein (ki biz kolay olsun diye Led Zeppelin ismini taktık) ve Rembrandtplein gece canlı oluyor.

Red Light District mutlaka akşam görmeniz gereken yerlerden. Gündüz de kendilerini vitrinde sergileyen kadınlar olacaktır ama gece daha canlı. Ben gezerken –belki yediğim kekin de etkisiyle- kendimi çok kötü hissetmiştim. Sonuçta hemcinsleriniz para kazanabilmek için kendilerini yarı çıplak vitrinde sergiliyor. Kadının metalaştırılması mı? Tam karşınızda. Ne kadar “ben etkilenmem” derseniz deyin, üzücü bir deneyim olacaktır. Ya da bilmiyorum belki kek etkisiyle bana özeldir. Önümde sürü halinde gezen erkek yığınlarını da görünce korkuyla girmiştim arkadaşımın koluna. Sakın fotoğraflarını çekmeye kalkmayın, bu nedenle saldırıya uğrayan insanlar olmuş.

Chinatown ile Red Light District arasında bir yerde Nieuwmarkt var. Burada şehrin en eski –dinî olmayan- binasını göreceksiniz. Gerçi içine de girmediğinizden bir olayı yok ama vaktiniz olursa görün siz yine de, şehrin kapısı diye de geçiyormuş. Bir de pazar kuruluyor burada, yerel pazarları gezmeyi seven biriyseniz bir göz atabilirsiniz.

Waterlooplein, ne ararsan var.
Ama asıl pazarlarlar Albert Cuypmarkt ile Waterlooplein. İlkini ben gezmedim, ikincisine “alllaaaahhh, ikinci elci” nidalarıyla koşarak gittim ama pahalıydı. Öyle “ucuza kıyafet bulacağım” diye heveslenmeyin yani.

Müzeler kısmına geçmeden önce mutlaka görülmesi gereken iki yer daha: Yel değirmenleri ve Vondelpark.

Yel değirmenleri biraz uzaktaymış, gitmedim. Sadece –yine biraz uzakta- Artist Zoo (hayvanat bahçesi) yakınında gördüğüm tabelayı takip edip bir tane buldum. Ama ne içine girebildim, ne de bir olayı vardı. Don Kişot misali biraz abartmışım sanırım. :)

Vondelpark… Benim asla unutamayacağım deneyim. Truffle deneyecekseniz mutlaka burada deneyin. (Kimileri hayvanat bahçesinin de eğlenceli olacağını söylüyor.) Bana kalsa burayı övmekle bitiremem, iki gün aralıksız konuşurum hakkında; ama ben gezerken burayı güzelleştiren başka etkenler de vardı. Gidip "bu muymuş" demeyin sonra.

Gelelim müzelere...

Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken başlıca yer, Anne Frank Evi. Ben Anne Frank’ın günlüğünü okumamıştım ama yine de çok etkilendim. Yahudi soykırımı sırasında Anne Frank ve ailesinin saklandığı yeri gezin derim.  Günlüğü okuyanlar orijinal el yazmalarını görme fırsatını kaçırmayı zaten istemezler sanırım. Yanınıza da bir paket mendil alın isterseniz, zira gözlerinizin dolmasını engelleyemiyorsunuz. Buraya mutlaka sabah erkenden gidin. Önünde çok sıra oluyor. Biliyorum, şimdi siz bu lafımı kulak arkası edecekseniz ama ne diyeyim, gidince görürsünüz gününüzü. :)

Heineken Experience...
Hayır, yazıda bahsettiğim çocuk bu değil.
Heineken Experience benim için hayal kırıklığı oldu. Neden bilmem, hep işleyen bir fabrikayı üretim esnasında gezeceğim sanıyordum. Gitmeden biraz araştırsaymışım iyiymiş. Biranın nasıl yapıldığını anlatıyorlar, dandik bir dört boyutlu deneyim yaşatıyorlar vs. Ama paranız çok da boşa gitmiş sayılmaz, sonunda iki bira hakkınız var. Bir de çok yakışıklı bir çocuk, iyi bir birayı nereden anlarsınız sunumu yapıyor. Aynı çocuk orada olacaksa mutlaka gidin zaten ;)

Müzelerin çoğu derli toplu bir arada Museumplein’de. Van Gogh Müzesi, Rijksmuseum, Stedelijk Museum hepsi bir meydanda. Burada olmazsa olmaz Amsterdam fotoğrafı çektirebileceğiniz I Amsterdam yazısı da var.

Museumplein
Resim alanına ilgi duyuyor ve biraz da anlıyorsanız sizin için cennet sayılacak müzeler var. Ben anlamadığım halde hiç sıkılmadım gezerken. İlki tabii ki Van Gogh Müzesi. Van Gogh’un ve arkadaşlarının tabloları sergileniyor. Diğeri de Rijksmuseum. Burada da Rembrandt tabloları var. Rijksmuseum benim en sevdiklerimden oldu. National Gallery ile British Museum arası bir şey. Sadece tablolardan oluşmuyor yani. Ben en çok antika dolapları gezerken keyif aldım. :) Herkese göre bir şeyler var burada. Ama büyük bir müze, detaylıca gezmek istiyorsanız bolca vakit ayırmanız gerekiyor. 1100’lerden 2000’e dört döneme ayrılmış dört kat var. Ben katlarda koşarak sadece ilgimi çekenlere göz atmama rağmen ancak iki katı gezebildim. Bu arada, Rembrandt’ın ünlü Night Watch tablosu da bu müzede. Çok güzel bir de sanat kütüphanesi var.

Stedelijk Museum ise Bienal ile Modern Sanatlar Müzesi arası bir şey. Sanat ve tasarım müzesi diye geçiyor zaten. 1950 öncesi ve 1960 sonrası şeklinde ayrılmış. Gezerken sıkılmazsınız ama modern sanata özel bir ilgi duymuyorsanız en sona bırakıp vaktiniz kalırsa girin bence.

Rembrandt'ın Evi
Rembrandt’ın evi var bir de. Ben bu sayede ilk kez yakından kelebek koleksiyonu görmüş oldum. :) Evde bir sürü fosil var. Ne alaka, dönünce araştırayım dedim ama tabii ki tatil biter bitmez eski tembelliğime geri döndüğümden açıp bakmadım bile.

Verzetsmuseum ise biraz uzakta hayvanat bahçesinin orada. Arkadaşlar Direniş Müzesi yapmışlar ama teslimiyet müzesi dense daha doğru. Daha en başında sosyalizm ile faşizmi aynı kefeye koyduklarından “lan kıçınızı Sovyetler kurtardı lan” şeklindeki öfkeme maruz kaldılar bir de, hoş olmadı. Müzeden ziyade sergi tadında. Dönemin başlıca olaylarını tekil örneklerle sıradan insanlar üzerinden anlatmışlar. Küçük bir müze olduğuna aldanmayın, eğer tek tek herkesin hikâyesini okumaya kalkarsanız çok vakit alır.
Verzetsmuseum

Hollanda Ulusal Müzesi, Şehir Müzesi vs gezmedim. Gitmeye değer mi bilmiyorum. Ot müzesi de var, ama bana daha önce giden birisi gezmeye değmez dediği için girmedim.

Hediye olarak ne getirilir? Anne baba, patron vs için peynir güzel bir hediye olacaktır. Gouda peynirini tatmadan gelmeyin. Ben peynir insanı olmadığımdan farkını anlamadım ama siz bir de kendiniz tadın. Smartshop’tan alacağınız “grinder” çoğu arkadaş için iyi bir hediye olacaktır. Gerçi orada kullanacağınız malzeme ile Türkiye’deki farklı olduğundan burada pek işe yaramayacağını söyleyenler var. Ben hiç anlamam bu işlerden, başkalarının yalancısıyım :p

Amsterdam bu kadar. Tahminimden uzun bir yazı oldu. Masallar diyarı Gent ve Bruges’u ayrı bir yazıda anlatmak daha iyi olacak. Tatil anlayışınız ne olursa olsun, eminim Amsterdam’da çok eğleneceksiniz. Hele bir de yanınızda sizinle aynı kafada bir arkadaş olsun, o zaman tadından yenmez. Ben biraz eksikliğini çektim. Yalnızsanız da problem değil, hostelde arkadaş edinirsiniz kolaylıkla. Son olarak, “Amsterdam’da olan Amsterdam’da kalır” arkadaşlar. O yüzden, siz bu yazıda tatilin “kültür sanat” tarafıyla yetinin en iyisi. :)



4 Ekim 2013 Cuma

Oyun Atölyesi, Yeni Oyunu NEHİR ile Sezona “Merhaba” Dedi


Ekim ayının gelmesiyle tiyatrolar bir bir perdelerini açarken Haluk Bilginer’in kurucusu olduğu, Kadıköy Moda’da bulunan Oyun Atölyesi de yeni sezonu yepyeni bir oyunla açtı. 2 Ekim’de prömiyeri gerçekleşen Nehir, izleyicilerin beğenisini toplayarak başarılı bir başlangıç yaptı. Haluk Bilginer’in yönetip aynı zamanda sahne aldığı oyunda Bilginer’e sevilen oyuncular Ayça Bingöl ve Canan Ergüder eşlik ediyor. En ufak ayrıntılarına kadar düşünülmüş dekoruyla titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu belli eden oyunun sahne tasarımı ise Gamze Kuş’a ait. Daha önce Mojo gibi birçok ödül kazanmış başarılı oyunlara ve sinema filmi senaryolarına da imzasını atan Jez Butterwoth’un kaleme aldığı ve Hira Tekindor tarafından çevrilen Nehir, kadın erkek ilişkilerini temel alıyor. Oyunda, hayatına giren her kadını beraber balık tutma fikriyle aynı kulübeye getiren bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Beraber olduğu tüm kadınlara aynı şekilde davranan ve tüm ilişkilerini tek bir kalıba sokma çabası içindeki adamı izlerken ister istemez aklınıza Herakleitos’un o ünlü sözü geliyor. Aynı nehirde kaç kez yıkanabilirsiniz?

Ekim ayının ilk haftası için biletleri şimdiden tükenen Nehir, 1-2-3 Kasım’da da İzmir turnesine çıkacak.

Biletlerini internet sitesinden, gişeden ya da telefonla alabileceğiniz Oyun Atölyesi’nde, Cumartesi gündüz sergilenen oyunları indirimli seyredebileceğinizi de hatırlatmak isterim.