Bu Blogda Ara

17 Kasım 2013 Pazar

BELÇİKA BELÇİKA HOLLANDA / Part 2 – Masal Diyarları Gent ve Bruges

Amsterdam yazısının ardından Belçika’yı yazmayı planlarken bir de baktım aradan üç hafta geçmiş. Nasıl da tembel bir insan olduğumu bir kez daha kanıtlamanın utancıyla hemen konuya giriyorum.

Belçika’da iki şehir gezdim, ikisine de doyamadım. Özel olarak Belçika gezisi yapacaklar mutlaka Brüksel’i de ziyaret edecektir; fakat çok gezen çok gören sağlam kaynaklardan aldığım bilgilere göre Bruges’un yanında Brüksel’in lafı bile olmazmış. O yüzden, eğer benim gibi Amsterdam tatili planlayıp gitmişken civarı da göreyim derseniz mutlaka Bruges ile Gent’i tercih edin.

Yine gezdiğim gördüğüm sırayla anlatmak en doğrusu olacak.

GHENT / GENT

Ne yalan söyleyeyim, Gent’ten pek haberdar olmayan bir insan olarak gezmek aklımın ucundan geçmiyordu. Sonradan bir arkadaşımızın orada yaşadığını öğrenince -Bruges’a da çok yakın olmasından dolayı- bir gecemizi orada geçirmeye karar verdik. İyi ki de yapmışız, zira böylesi bir güzellikten mahrum kaldığımı sonradan öğrensem başımı taşlara vururdum.

Gent, turistler tarafından yeni yeni keşfedilmeye başlamış ve bir kere gidenin kolay kolay bırakıp dönemediği bir kent. Öyle ki arkadaş vasıtasıyla tanıştığımız Gentlinin ilk cümlesi “Siz de buraya yerleşmeyeceksiniz değil mi?” oldu. Ve gördüğüm manzara karşısında büyülenen ben, hep asla İstanbul’dan ayrı kalamayacağımı düşündüğüm halde “Neden olmasın?” cevabını verdim.

Alternatif kent haritaları...
Gent –aynı Bruges gibi- tam bir Orta Çağ kenti. Her ikisini de gördüğünüzde aynı soru dönecek kafanızda: Bir şehir günümüze kadar hiç mi bozulmaz? Gezip görmek çok vaktinizi almayacak; çünkü oldukça küçük bir kent. (Belçika’nın en büyük üç kentinden biri olmasına rağmen) Yine de abartmayın, vakitlice gidin. Ben az biraz acemiliğim az biraz saflığımdan, aktarma trenini kaçırıp Rotterdam’da üç saatimi harcamak zorunda kalınca ancak akşama doğru gidebildim. Sadece bir gece kaldım ve ertesi gün öğleye kadar gezme fırsatım oldu, tabii ki yetmedi. Trenle gidiyorsanız St. Pieters istasyonunda ineceksiniz. Oradan 1 numaralı otobüse binin, sizi şehir merkezine kadar götürür.

Öncelikle, çoğunuzun bildiği üzere yurt dışında kaybolmamak için çoğu zaman harita şart. Ve Belçika’da şöyle bir güzellik var: Hemen hemen her şehirde, oranın insanları gençlere özel ilginç bilgilerin de yer aldığı keyifli bir harita hazırlamışlar. Mutlaka o haritalardan bulun, okurken bile çok eğleneceksiniz. Benim kaldığım hostelde vardı, oradan edindim. Başka nerelerde var bilmiyorum ama sorup öğrenebilirsiniz sanırım.


Ecohostel
Hazır hostel demişken, biraz kaldığım hostelden bahsedeyim. Mutlaka ama mutlaka başka bir hostele bakmadan önce Ecohostel’in kapısını çalın. Şehir merkezinden biraz uzakta; uzakta dediğim, ancak bir kilometre mesafede filandır. Şehir küçük olduğundan bize “uzak” diye tarif edilmişti. Aslında çok rahat bir şekilde, hiç yorulmadan yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Sıkı durun, hosteli güzel yapan en önemli özelliği söylüyorum: Hani Amsterdam yazısında insanların kanal üzerindeki bot evlerde yaşadığından bahsetmiştim ya, işte bu da onlardan. Evet, yanlış okumadınız, kanalın üzerinde kalıyorsunuz. Dalga olmadığından mideniz kötü olmaz korkmayın, nem rutubet sorunları da yok. Küçük küçük kamaralar şeklinde odalar var. Bizim odamız sekiz kişilikti. Çok temiz, oldukça güzel döşenmiş ve diğerlerine göre çok daha ucuz. Şu an tam emin olamıyorum ama geceliği yirmi, en fazla yirmi beş euro olsa gerek. Sabah çıkmadan önce mutfakta kahvaltı yapabilirsiniz. Kendi işinizi kendiniz görüp bulaşığınızı yıkamak şartıyla. Ve kahvaltı sonrası keyif sigaranızı size günaydın demeye gelen kuğuları izleyerek güvertede içmenin keyfi paha biçilemez. “Ben yine de şehrin göbeğinde kalmak isterim” diyenlerdenseniz hemen Oraslei Caddesi’nin orada, köprünün dibinde de bir hostel var. Adını hatırlamıyorum ama dışarıdan görüntüsü kale gibi. Açıkçası bir gece de orada kalmayı çok isterdim.


Eğer vaktiniz kısıtlıysa ve bir gün içinde hem Bruges hem de Gent görmek istiyorsanız gecenizi Gent’e ayırın. Bruges’da hayat hava kararınca bitiyor ama Gent öğrenci şehri olduğundan gecesi çok daha canlı. Binaları ve ışıklandırmaları ile Gent, akşamları bambaşka bir güzellik. Sanki vampir filmi çekilecekmiş de orası da stüdyo olarak hazırlanmış. Emeklilik hayali kurar gibi “Bir gün vampir olursam burada yaşayacağım” hayalleri bile kurdurtuyor insana. Ya da bizim kafalar hep güzel, bilemedim :)

Oraslei Caddesi
Gent’in merkezinde Korenmarkt Meydanı var. Hemen bu meydana yakın Oraslei Caddesi. İkisini de mutlaka görün. Alın biranızı, Oraslei Caddesi’nde su kıyısında oturan gençliğe katılın. Bir diğer meydan Friday Market Meydanı. Adından da anlaşılacağı üzere burada pazar da kuruluyor. Bu arada, meydan meydan diyorum ama öyle büyük meydanlar beklemeyin. Şehir ne kadar büyük ki meydanı büyük olsun.


Gravensteen Kalesi
Vaktim çok kısıtlı olduğundan Amsterdam’da olduğu gibi kültür sanat gezisi yapamadım.  Ama en önemli yeri gezme fırsatını yakaladım. Gravensteen Kalesi. Şehir merkezindeki bu kaleyi gördüğünüzde kendinizi Age of Empires oyununun içine düşmüş gibi hissedebilirsiniz. Kalenin içi müze gibi dekore edilmiş ve benim en merakla gezdiğim kısmı her zaman olduğu gibi işkence aletlerinin olduğu kısımdı. Kalenin tepesinden şehre bakmak da ayrı güzel. Bir de St. Bavo Katedrali varmış. Gezmedim, görmedim, kefil değilim.

Genevre
Şehri genel hatlarıyla görmek için bot turu yapabilirsiniz. Benim kısıtlı vaktim olduğundan kanal turunu Brugge’da yapıp burada ise o vakti Genevre içerek geçirmeyi tercih ettim. Evet, el yapımı bu içkinin tadına bakmadan dönmeyin. Shot bardağında görünce tadına aldanıp gaza gelmeyin, zira içerdiği alkol bakımından pek de masum bir içki değil. Biz yaşlı bir “dede”nin Genevre’sini tattık. Ben yapım kısmını kayda alma hayalleri kurarken, dışarıda oturma şartıyla kabul edilip içeri bile alınmadık. O kadar gizli bir tarifi var yani :)

Gent'in yerel şekeri...
Yolda seyyar satıcıların sattığı ilginç bir şeker göreceksiniz. Kese kâğıdında beş euro’ya satılıyordu. İnanılmaz keskin bir tadı var, hiç sevmedim. “Şekerdir, sevilmez mi?” diye tadına bakmadan almış bulunduğumdan Türkiye’ye kadar getirdim, neyse ki burada sevenler çıktı. Siz almadan önce bir tadın
mutlaka.

Veeeee Gent’in ikinci el dükkânları… Evet, birkaç yerde ikinci elci var. Şehir merkezinde sorun, mutlaka tarif ederler. O kadar şanslıymışım ki, benim gittiğim T2 isimli dükkânda yeni mallar geleceğinden her şey 3 euro idi. 3 euro’ya sapasağlam ikinci el kabanlar buldum. Her şey o kadar ucuz ve güzel ki, nasıl taşıyacağımı düşünmeden iki tane kaban aldım. Yani, benim gibi ikinci el kıyafet alışverişini seviyorsanız Gent sizin için cennet.

Bu kısmı bitirmeden önce olur da bu yazıyı okurlarsa bize Gent’te ev sahipliği yapan, hostel ayarlayan, geceyi keyifle geçirmemizi sağlayan, Genevre ile tanıştıran ve o ikinci elciyi keşfetmemizi sağlayan muhteşem insanlara bir de buradan teşekkürü borç bilirim. :)

BRUGES / BRUGGE / BRÜJ

Benim için en zoru Brugge’u anlatmak olacak sanırım. Maalesef böylesine bir güzelliği tarif etmeye yetecek edebî yeteneğe sahip değilim. Çoğunuzun da muhtemelen duyduğu üzere, Bruges tam bir masal şehri. O binalar, çikolata dükkânları, taş sokaklar… Bir süre sonra gerçeklik algınızı kaybedeceğinize emin olabilirsiniz.

Bruges kanal turu...
In Bruges filmini izleyenler bir gün bu kenti ziyaret etmeyi not etmişlerdir kenara. İzlemeyenler de mutlaka gitmeden önce izlesinler. Zira şehri gezerken filmin soundtrack’i Medieval Waters kendiliğinden çalmaya başlayacak kulağınızda.

Bruges da Gent gibi, hatta daha da küçük bir kent. İnanılmaz güzel ama uzun süreliğine giderseniz sıkılma ihtimaliniz çok yüksek. O yüzden, vakitlice gidip doldu dolu bir gün gezmek yeterli olacaktır. Akşamları dükkânlar erkenden kapanıyor ve canlı bir gece hayatının olmadığını duydum. Daha önce de yazdığım gibi, vaktiniz azsa burada günü bitirip gece için Gent’e geçmek daha verimli olacaktır. Ben gündüzümün yarısını Gent’in ikinci elcisinde harcadığımdan Brugge için sadece yarım günüm kaldı. İçimde ukdedir, bir gün fırsat yaratıp mutlaka bir kez daha giderek doya doya gezeceğim.

Bruges. Kent girişinde manzara...
Brugge’da hiçbir vasıtaya gerek yok. İstasyondan şehir merkezine yürüyerek gidebilirsiniz. Merkeze gidene kadar yollarda kimseyi görmüyor ve sanki terk edilmiş bir Orta Çağ şehrini geziyor hissine kapılıyorsunuz. İstasyondan şehre yürürken sağ tarafınızda ünlü bir park var. Yani, şehir sizi oldukça güzel bir manzara ile karşılıyor.


Burada mutlaka ama mutlaka kanal turu yapın. Kısıtlı vaktinizde olabildiğince çok yer görmüş oluyorsunuz. Emin olun, kanal üzerindeki kuğuları izlerken siz de kuğu olup Bruges’da süzülmek isteyecekseniz. Evet, Brugge’un nesi meşhur sorusunun cevabı ne kadar çikolata ve bira ise bir o kadar da kuğu olsa gerek.

Gitmişken Belfry Tower’a da çıkmanız gerek. Şehre tepeden bakınca manzara çok güzeldir sanırım. “Sanırım” diyorum,  çünkü ben akılsızlığımdan çıkamadım, sadece filmden biliyorum. Gider gitmez karnımı doyurmak istediğim ve kulenin belirli bir saatte kapanacağını o sırada düşünemediğimden dolayı yetişemedim. Siz uygun bir saatte gidin, düştüğüm hataya düşmeyin.

Belfry Tower’ın olduğu yer şehir meydanı. Çevresinde birçok lokanta var. Ben “beyaz şarapta midye ye” tavsiyesi aldığımdan ve midyeye olan düşkünlüğümden dolayı yemek faslım uzun sürdü. Çok dolaşamadığımdan bilmiyorum ama baktığım tüm lokantalarda fiyatlar inanılmaz pahalıydı. Herhangi bir sürprizle karşılaşmamak için olanak varsa dolu bir cüzdanla gitmek en iyisi. Paranız yoksa da aç kalacağınızı sanmam, sonuçta bir market bulup kendiniz sandviç işine girişebilirsiniz. (Belki Amsterdam’daki gibi ucuz patates, sosisli vs olanakları vardır ama hiç denk gelmedim.) Meydandaki lokantalar o kadar pahalıydı ki yemeğin parasını ülkeye döndüğümde takside böldürdüm. Aklınızda bulunsun.

Çikolata dükkânı vitrini :)

Belçika’da tabii ki çikolata ve waffle yiyeceksiniz. Yalnız çoğunluğun aksine –muhtemelen hamurun kalın oluşundan dolayı- ben waffledan pek hoşlanmadım. Bir de siz deneyin. Aileye, ofise vs çikolata getirmek güzel bir hediye olacaktır. Kendileri de bunun farkında olsa gerek ki çikolatalar, özellikle de o karşı koyamadığınız çikolata kutuları biraz pahalı. Siz yine de cebinizde parayla gidin en iyisi, Bruges’da her şey pahalı gibi geldi bana. Birçok dantel dükkânı var; dantel ve goblenler meşhur. Ama ben el emeği göz nuru muhteşem danteller ören anneme tutup da dantel getirseydim elindeki tığ ile gözümü oyardı sanırım.

Son olarak, bir de gezmediğim Church of Our Lady var. İçinde Michelangelo’nun heykeli var imiş, siz fırsat bulursanız görün.


Gent ve Bruges için ne söyleyebilirim, hangi kelimelerle ifade edebilirim gerçekten bilmiyorum. Masal diyarı demek yetmiyor o güzelliğe. O binaları, kanalları, kuğuları, çikolata dükkânlarını ve daha birçok şeyi tek tek anlatmak mümkün değil. Görmeden ölmeyin derler ya, öyle bir şey işte.

5 Kasım 2013 Salı

NÂZIM’IN “YOLCU”SU ŞEHİR TİYATROLARI’NDA

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları 2013-2014 sezonunda yeni oyunlarla seyircilerin karşısına geçiyor.  Bu oyunlardan biri, yıllar önce Savaş Dinçel, Erdal Özyağcılar ve Mustafa Alabora gibi usta isimlerin oyunculuklarıyla sahnelenen ve Nâzım’ın tüm eserleri gibi hiç eskimeden günümüzde de aynı önemi taşıyan YOLCU.


30 Ekim Çarşamba günü Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde prömiyer yapan oyun, sezon boyunca Şehir Tiyatroları sahnelerinde sergilenmeye devam edecek.  Nâzım Hikmet’in en beğenilen oyunlarından biri olan Yolcu, Şehir Tiyatroları’nda Yıldırım Fikret Urağ’ın yönetmenliğinde sahneleniyor.  Dramaturgluğunu Hatice Yurtduru, kostüm tasarımını Duygu Türkekul ve efekt uygulamasını Hanefi Topraktepe’nin üstlendiği oyunun kadrosunda Bahtiyar Engin, Aslıhan Kandemir, Mehmet Avdan ve Gün Koper yer alıyor. Barış Dinçel’in başarılı sahne tasarımı ve Mustafa Türkoğlu’nun ışıklarıyla oyun kısa sürede izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor.


Kurtuluş Savaşı yıllarında memleketin ücra bir köşesindeki tren istasyonunda yaşayan üç insan, bu ıssız yerde hiçbir iletişim aracı olmadan toplumdan uzak ve yalnız kalmışlardır. Dışarıda devam eden savaştan bihaber kalabalığa karışma arzusuyla yanıp kavrulurlarken kendi aralarında da yalnızlaşmış ve birbirlerine düşman hale gelmişlerdir. Bir gün istasyona yolu düşen Atlı’nın gelişiyle her şey bambaşka bir hal alacaktır. İnsan ilişkileri üzerinden bir toplumu sorgulatan oyunda iyiye, doğruya ve güzele olan hasret can yakıcı bir şekilde hissediliyor. Yahut Nâzım’ın kaleminden Makasçı’nın deyimiyle;

“Daha güzel, daha iyi, daha doğru bir dünya…
Otları, hayvanları değil… Onlar şimdi de güzel.
İnsanları daha iyi, daha doğru bir dünya…”