Amsterdam yazısının ardından
Belçika’yı yazmayı planlarken bir de baktım aradan üç hafta geçmiş. Nasıl da
tembel bir insan olduğumu bir kez daha kanıtlamanın utancıyla hemen konuya
giriyorum.
Belçika’da iki şehir gezdim, ikisine de doyamadım. Özel
olarak Belçika gezisi yapacaklar mutlaka Brüksel’i de ziyaret edecektir; fakat çok
gezen çok gören sağlam kaynaklardan aldığım bilgilere göre Bruges’un yanında
Brüksel’in lafı bile olmazmış. O yüzden, eğer benim gibi Amsterdam tatili
planlayıp gitmişken civarı da göreyim derseniz mutlaka Bruges ile Gent’i tercih
edin.
Yine gezdiğim gördüğüm sırayla anlatmak en doğrusu olacak.
GHENT / GENT
Ne yalan söyleyeyim, Gent’ten pek haberdar olmayan bir insan
olarak gezmek aklımın ucundan geçmiyordu. Sonradan bir arkadaşımızın orada
yaşadığını öğrenince -Bruges’a da çok yakın olmasından dolayı- bir gecemizi
orada geçirmeye karar verdik. İyi ki de yapmışız, zira böylesi bir güzellikten
mahrum kaldığımı sonradan öğrensem başımı taşlara vururdum.
Gent, turistler tarafından yeni yeni keşfedilmeye başlamış
ve bir kere gidenin kolay kolay bırakıp dönemediği bir kent. Öyle ki arkadaş
vasıtasıyla tanıştığımız Gentlinin ilk cümlesi “Siz de buraya
yerleşmeyeceksiniz değil mi?” oldu. Ve gördüğüm manzara karşısında büyülenen
ben, hep asla İstanbul’dan ayrı kalamayacağımı düşündüğüm halde “Neden olmasın?”
cevabını verdim.
Alternatif kent haritaları... |
Gent –aynı Bruges gibi- tam bir Orta Çağ kenti. Her ikisini de gördüğünüzde aynı soru dönecek kafanızda:
Bir şehir günümüze kadar hiç mi bozulmaz? Gezip görmek çok vaktinizi almayacak;
çünkü oldukça küçük bir kent. (Belçika’nın en büyük üç kentinden biri olmasına
rağmen) Yine de abartmayın, vakitlice gidin. Ben az biraz acemiliğim az biraz
saflığımdan, aktarma trenini kaçırıp Rotterdam’da üç saatimi harcamak zorunda
kalınca ancak akşama doğru gidebildim. Sadece bir gece kaldım ve ertesi gün
öğleye kadar gezme fırsatım oldu, tabii ki yetmedi. Trenle gidiyorsanız St. Pieters istasyonunda ineceksiniz.
Oradan 1 numaralı otobüse binin, sizi şehir merkezine kadar götürür.
Öncelikle, çoğunuzun bildiği üzere yurt dışında kaybolmamak
için çoğu zaman harita şart. Ve Belçika’da şöyle bir güzellik var: Hemen hemen
her şehirde, oranın insanları gençlere özel ilginç bilgilerin de yer aldığı
keyifli bir harita hazırlamışlar. Mutlaka o haritalardan bulun, okurken bile
çok eğleneceksiniz. Benim kaldığım hostelde vardı, oradan edindim. Başka
nerelerde var bilmiyorum ama sorup öğrenebilirsiniz sanırım.
Ecohostel |
Hazır hostel demişken, biraz kaldığım hostelden bahsedeyim.
Mutlaka ama mutlaka başka bir hostele bakmadan önce Ecohostel’in kapısını çalın. Şehir merkezinden biraz uzakta; uzakta
dediğim, ancak bir kilometre mesafede filandır. Şehir küçük olduğundan bize “uzak”
diye tarif edilmişti. Aslında çok rahat bir şekilde, hiç yorulmadan yürüyerek ulaşabiliyorsunuz.
Sıkı durun, hosteli güzel yapan en önemli özelliği söylüyorum: Hani Amsterdam yazısında insanların kanal üzerindeki bot evlerde yaşadığından bahsetmiştim ya,
işte bu da onlardan. Evet, yanlış okumadınız, kanalın üzerinde kalıyorsunuz. Dalga
olmadığından mideniz kötü olmaz korkmayın, nem rutubet sorunları da yok. Küçük
küçük kamaralar şeklinde odalar var. Bizim odamız sekiz kişilikti. Çok temiz, oldukça
güzel döşenmiş ve diğerlerine göre çok daha ucuz. Şu an tam emin olamıyorum ama
geceliği yirmi, en fazla yirmi beş euro olsa gerek. Sabah çıkmadan önce
mutfakta kahvaltı yapabilirsiniz. Kendi işinizi kendiniz görüp bulaşığınızı
yıkamak şartıyla. Ve kahvaltı sonrası keyif sigaranızı size günaydın demeye
gelen kuğuları izleyerek güvertede içmenin keyfi paha biçilemez. “Ben yine de şehrin
göbeğinde kalmak isterim” diyenlerdenseniz hemen Oraslei Caddesi’nin orada, köprünün
dibinde de bir hostel var. Adını hatırlamıyorum ama dışarıdan görüntüsü kale
gibi. Açıkçası bir gece de orada kalmayı çok isterdim.
Eğer vaktiniz kısıtlıysa ve bir gün içinde hem Bruges hem de
Gent görmek istiyorsanız gecenizi Gent’e ayırın. Bruges’da hayat hava kararınca
bitiyor ama Gent öğrenci şehri
olduğundan gecesi çok daha canlı. Binaları ve ışıklandırmaları ile Gent, akşamları
bambaşka bir güzellik. Sanki vampir filmi çekilecekmiş de orası da stüdyo
olarak hazırlanmış. Emeklilik hayali kurar gibi “Bir gün vampir olursam burada
yaşayacağım” hayalleri bile kurdurtuyor insana. Ya da bizim kafalar hep güzel,
bilemedim :)
Oraslei Caddesi |
Gent’in merkezinde Korenmarkt
Meydanı var. Hemen bu meydana yakın Oraslei
Caddesi. İkisini de mutlaka görün. Alın biranızı, Oraslei Caddesi’nde su
kıyısında oturan gençliğe katılın. Bir diğer meydan Friday Market Meydanı. Adından da anlaşılacağı üzere burada pazar da
kuruluyor. Bu arada, meydan meydan diyorum ama öyle büyük meydanlar beklemeyin.
Şehir ne kadar büyük ki meydanı büyük olsun.
Gravensteen Kalesi |
Vaktim çok kısıtlı olduğundan Amsterdam’da olduğu gibi
kültür sanat gezisi yapamadım. Ama en
önemli yeri gezme fırsatını yakaladım. Gravensteen
Kalesi. Şehir merkezindeki bu kaleyi gördüğünüzde kendinizi Age of Empires
oyununun içine düşmüş gibi hissedebilirsiniz. Kalenin içi müze gibi dekore edilmiş
ve benim en merakla gezdiğim kısmı her zaman olduğu gibi işkence aletlerinin
olduğu kısımdı. Kalenin tepesinden şehre bakmak da ayrı güzel. Bir de St. Bavo Katedrali varmış. Gezmedim,
görmedim, kefil değilim.
Genevre |
Şehri genel hatlarıyla görmek için bot turu yapabilirsiniz.
Benim kısıtlı vaktim olduğundan kanal turunu Brugge’da yapıp burada ise o vakti
Genevre içerek geçirmeyi tercih
ettim. Evet, el yapımı bu içkinin tadına bakmadan dönmeyin. Shot bardağında
görünce tadına aldanıp gaza gelmeyin, zira içerdiği alkol bakımından pek de
masum bir içki değil. Biz yaşlı bir “dede”nin Genevre’sini tattık. Ben yapım
kısmını kayda alma hayalleri kurarken, dışarıda oturma şartıyla kabul edilip
içeri bile alınmadık. O kadar gizli bir tarifi var yani :)
Gent'in yerel şekeri... |
Yolda seyyar satıcıların sattığı ilginç bir şeker göreceksiniz. Kese kâğıdında beş
euro’ya satılıyordu. İnanılmaz keskin bir tadı var, hiç sevmedim. “Şekerdir, sevilmez
mi?” diye tadına bakmadan almış bulunduğumdan Türkiye’ye kadar getirdim, neyse
ki burada sevenler çıktı. Siz almadan önce bir tadın
mutlaka.
Veeeee Gent’in ikinci
el dükkânları… Evet, birkaç yerde ikinci elci var. Şehir merkezinde sorun,
mutlaka tarif ederler. O kadar şanslıymışım ki, benim gittiğim T2 isimli dükkânda yeni mallar geleceğinden
her şey 3 euro idi. 3 euro’ya sapasağlam ikinci el kabanlar buldum. Her şey o
kadar ucuz ve güzel ki, nasıl taşıyacağımı düşünmeden iki tane kaban aldım. Yani,
benim gibi ikinci el kıyafet alışverişini seviyorsanız Gent sizin için cennet.
Bu kısmı bitirmeden önce olur da bu yazıyı okurlarsa bize
Gent’te ev sahipliği yapan, hostel ayarlayan, geceyi keyifle geçirmemizi
sağlayan, Genevre ile tanıştıran ve o ikinci elciyi keşfetmemizi sağlayan
muhteşem insanlara bir de buradan teşekkürü borç bilirim. :)
BRUGES / BRUGGE / BRÜJ
Benim için en zoru Brugge’u anlatmak olacak sanırım. Maalesef
böylesine bir güzelliği tarif etmeye yetecek edebî yeteneğe sahip değilim. Çoğunuzun
da muhtemelen duyduğu üzere, Bruges tam bir masal şehri. O binalar, çikolata
dükkânları, taş sokaklar… Bir süre sonra gerçeklik algınızı kaybedeceğinize
emin olabilirsiniz.
Bruges kanal turu... |
In Bruges filmini
izleyenler bir gün bu kenti ziyaret etmeyi not etmişlerdir kenara. İzlemeyenler
de mutlaka gitmeden önce izlesinler. Zira şehri gezerken filmin soundtrack’i Medieval Waters kendiliğinden çalmaya
başlayacak kulağınızda.
Bruges da Gent gibi, hatta daha da küçük bir kent. İnanılmaz
güzel ama uzun süreliğine giderseniz sıkılma ihtimaliniz çok yüksek. O yüzden,
vakitlice gidip doldu dolu bir gün gezmek yeterli olacaktır. Akşamları dükkânlar
erkenden kapanıyor ve canlı bir gece hayatının olmadığını duydum. Daha önce de
yazdığım gibi, vaktiniz azsa burada günü bitirip gece için Gent’e geçmek daha
verimli olacaktır. Ben gündüzümün yarısını Gent’in ikinci elcisinde harcadığımdan
Brugge için sadece yarım günüm kaldı. İçimde ukdedir, bir gün fırsat yaratıp
mutlaka bir kez daha giderek doya doya gezeceğim.
Bruges. Kent girişinde manzara... |
Brugge’da hiçbir vasıtaya gerek yok. İstasyondan şehir merkezine yürüyerek gidebilirsiniz. Merkeze
gidene kadar yollarda kimseyi görmüyor ve sanki terk edilmiş bir Orta Çağ
şehrini geziyor hissine kapılıyorsunuz. İstasyondan şehre yürürken sağ
tarafınızda ünlü bir park var. Yani,
şehir sizi oldukça güzel bir manzara ile karşılıyor.
Burada mutlaka ama mutlaka kanal turu yapın. Kısıtlı vaktinizde olabildiğince çok yer görmüş
oluyorsunuz. Emin olun, kanal üzerindeki kuğuları izlerken siz de kuğu olup Bruges’da
süzülmek isteyecekseniz. Evet, Brugge’un nesi meşhur sorusunun cevabı ne kadar çikolata ve bira ise bir o kadar da kuğu
olsa gerek.
Gitmişken Belfry
Tower’a da çıkmanız gerek. Şehre tepeden bakınca manzara çok güzeldir sanırım.
“Sanırım” diyorum, çünkü ben akılsızlığımdan
çıkamadım, sadece filmden biliyorum. Gider gitmez karnımı doyurmak istediğim ve
kulenin belirli bir saatte kapanacağını o sırada düşünemediğimden dolayı
yetişemedim. Siz uygun bir saatte gidin, düştüğüm hataya düşmeyin.
Belfry Tower’ın olduğu yer şehir meydanı. Çevresinde birçok lokanta var. Ben “beyaz şarapta
midye ye” tavsiyesi aldığımdan ve midyeye olan düşkünlüğümden dolayı yemek
faslım uzun sürdü. Çok dolaşamadığımdan bilmiyorum ama baktığım tüm
lokantalarda fiyatlar inanılmaz pahalıydı. Herhangi bir sürprizle karşılaşmamak
için olanak varsa dolu bir cüzdanla gitmek en iyisi. Paranız yoksa da aç
kalacağınızı sanmam, sonuçta bir market bulup kendiniz sandviç işine
girişebilirsiniz. (Belki Amsterdam’daki gibi ucuz patates, sosisli vs olanakları
vardır ama hiç denk gelmedim.) Meydandaki lokantalar o kadar pahalıydı ki yemeğin
parasını ülkeye döndüğümde takside böldürdüm. Aklınızda bulunsun.
Çikolata dükkânı vitrini :) |
Belçika’da tabii ki çikolata
ve waffle yiyeceksiniz. Yalnız
çoğunluğun aksine –muhtemelen hamurun kalın oluşundan dolayı- ben waffledan pek
hoşlanmadım. Bir de siz deneyin. Aileye, ofise vs çikolata getirmek güzel bir
hediye olacaktır. Kendileri de bunun farkında olsa gerek ki çikolatalar,
özellikle de o karşı koyamadığınız çikolata kutuları biraz pahalı. Siz yine de
cebinizde parayla gidin en iyisi, Bruges’da her şey pahalı gibi geldi bana. Birçok
dantel dükkânı var; dantel ve
goblenler meşhur. Ama ben el emeği göz
nuru muhteşem danteller ören anneme tutup da dantel getirseydim elindeki tığ
ile gözümü oyardı sanırım.
Son olarak, bir de gezmediğim Church of Our Lady var. İçinde Michelangelo’nun heykeli var imiş,
siz fırsat bulursanız görün.
Gent ve Bruges için ne söyleyebilirim, hangi kelimelerle
ifade edebilirim gerçekten bilmiyorum. Masal diyarı demek yetmiyor o güzelliğe.
O binaları, kanalları, kuğuları, çikolata dükkânlarını ve daha birçok şeyi tek
tek anlatmak mümkün değil. Görmeden ölmeyin derler ya, öyle bir şey işte.