Bu Blogda Ara

6 Haziran 2011 Pazartesi

“Hasankeyf sular altında kalmasın!"

Farklı zamanlarda, belki de birkaç farklı kampanyada imza attım bu sloganın altına. Güzel olan her şeyin bir bir yok edildiği ülkemde, biraz daha eksilmeyelim hissiyatıyla yaklaşmıştım; sadece fotoğraflardan gördüğüm ve belki birkaç kez de hakkında yazılanları okuduğum Hasankeyf’e. Meğer gidip yakından görmem, güneşin altında binlerce yıllık kayalara bağdaş kurmam, tarihî köprüye bakarken Dicle kıyısında çayımı yudumlamam gerekiyormuş. Ancak o zaman hissettim bu cümlenin yakıcılığını.

Ne şanslı bir insanmışım ki, ziyarete kapatılan kale ben oradayken yeniden gezmeye açılmıştı. En tepeye kadar tırmanıp evlerin, çok yağmur yağarsa hâlâ tepesinden para dökülen eski darphanenin, efsunlu kapıların hikayelerine tanık olabildim.

Bir Hasankeyflinin kendi ağzından dinledim Ilısu Barajı’nın yarattığı tehlikeyi. Bizi gezdiren rehberin işaret parmağının ucunda gördüm suların nereye kadar yükselebileceğini. Ben ya da Hasankeyf ölmeden oraları gördüm ya, mesudum. 

Fakat orada aldığım nefes, daha dönüş yolunda boğazıma takıldı. Hasankeyf gibi daha nice güzellikler var henüz görmediğim. Heykellerin bile tek bir cümleyle yıkıldığı bu coğrafyada, çok hızlı olmalıyım bu güzellikleri kaçırmamak için.

Evet, hızlı olmam lâzım! Aceleye getirilmiş bir gezi plânından hiçbir şey anlamayacağımı biliyorum, buna olanağımın olmadığını da. Bu nedenledir ki, binlerce yıl öncesinden bugüne kalanları –geç kalırsak asla görememe tehlikesini hissetmeden- sindirerek gezebileceğimiz vakti yaratmak istiyorsak, hızlı olmak lâzım. Bir an önce değiştirmemiz lâzım bu yok edici zihniyeti.