Bu Blogda Ara

6 Haziran 2011 Pazartesi

“Hasankeyf sular altında kalmasın!"

Farklı zamanlarda, belki de birkaç farklı kampanyada imza attım bu sloganın altına. Güzel olan her şeyin bir bir yok edildiği ülkemde, biraz daha eksilmeyelim hissiyatıyla yaklaşmıştım; sadece fotoğraflardan gördüğüm ve belki birkaç kez de hakkında yazılanları okuduğum Hasankeyf’e. Meğer gidip yakından görmem, güneşin altında binlerce yıllık kayalara bağdaş kurmam, tarihî köprüye bakarken Dicle kıyısında çayımı yudumlamam gerekiyormuş. Ancak o zaman hissettim bu cümlenin yakıcılığını.

Ne şanslı bir insanmışım ki, ziyarete kapatılan kale ben oradayken yeniden gezmeye açılmıştı. En tepeye kadar tırmanıp evlerin, çok yağmur yağarsa hâlâ tepesinden para dökülen eski darphanenin, efsunlu kapıların hikayelerine tanık olabildim.

Bir Hasankeyflinin kendi ağzından dinledim Ilısu Barajı’nın yarattığı tehlikeyi. Bizi gezdiren rehberin işaret parmağının ucunda gördüm suların nereye kadar yükselebileceğini. Ben ya da Hasankeyf ölmeden oraları gördüm ya, mesudum. 

Fakat orada aldığım nefes, daha dönüş yolunda boğazıma takıldı. Hasankeyf gibi daha nice güzellikler var henüz görmediğim. Heykellerin bile tek bir cümleyle yıkıldığı bu coğrafyada, çok hızlı olmalıyım bu güzellikleri kaçırmamak için.

Evet, hızlı olmam lâzım! Aceleye getirilmiş bir gezi plânından hiçbir şey anlamayacağımı biliyorum, buna olanağımın olmadığını da. Bu nedenledir ki, binlerce yıl öncesinden bugüne kalanları –geç kalırsak asla görememe tehlikesini hissetmeden- sindirerek gezebileceğimiz vakti yaratmak istiyorsak, hızlı olmak lâzım. Bir an önce değiştirmemiz lâzım bu yok edici zihniyeti. 

30 Mayıs 2011 Pazartesi

MARDİN VE MİDYAT: GÖRÜLMESİ, YAPILMASI, ALINMASI GEREKENLER

Bir küçük kırmızı not: Bu yazıda anlatılanlar belki başta abartı gibi gelecektir, aslında nasıl da gerçek olduğunu ancak gidip kendi gözlerinizle gördüğünüzde anlayacaksınız.

Midyat
Önümüze sürekli listeler çıkar ya hani; “Ölmeden önce izlenmesi gereken 100 film”, “Ölmeden önce okunması gereken kitaplar” vs. gibi. İşte Mardin ve Midyat tam da ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Öyle ki, zaten gördüğünüzde dönmek istemeyecek, orada ölüp oraya kök salmak isteyeceksiniz. (Hasankeyf başlı başına başka bir yazının konusu olacak; çünkü o manzarada ölmek değil, sonsuza dek yaşamak istersiniz.)

Herkesin tatil anlayışı farklıdır. Kimisi deniz, kum, güneş isterken, kimisi ormanlık bir alan bulup çadırını kurmak, kimisi ise tarihi öğrenmek, geçmişi koklayabilmek ister. Ben, “tatil olsun da ne olursa olsun”culardandım aslında. “Biraz uzaklaşayım, yeni yerler göreyim, azıcık şu rutinden kurtulayım”dan başka derdim yoktu Midyat’a giderken. Süryani şarabının tadını Süryani manastırlarının mimarisinden daha çok merak ediyordum mesela.. Amma velakin bilmiyordum; bin yıllık bir yapı hâlâ yaşıyorsa, birileri hâlâ günlerini gecelerini orada geçiriyorsa, orası sadece bir taş yığını değilmiş meğer. Farklı bir büyüsü varmış, dışardan kare içerden kubbe görünümlü mimarinin. Güneş tam da tepenizdeyken oturmak istersiniz o avlunun ortasına, yüzünüzü güneşe çevirmek, öylece kök salmak, taş olmak istersiniz siz de orada..

Deyrulzafaran Manastırı / Mardin
Midyat’ta Deyrul Umur (Mor Gabriel), Mardin’de Deyrulzafaran en ünlüleri bu manastırların. Mutlaka gidin, hissedin bu büyüyü. Sadece görmekle kalmayın, hikâyelerini dinleyin oraların.. Bir köyde birbirine aşık olan rahip ile rahibenin, evlenip halkı tarafından aforoz edilmesinin hikâyesini dinleyin. Terk edilen köyde kalan iki Süryani olarak hâlâ Paskalya vb. bayramlarda bir araya gelen Süryaniler tarafından nasıl dışlandıklarının hikayesini dinleyin. O rahip ile rahibenin hüzünlü aşkına tanık olun oraları gezerken.

Süryani çocuklar açsınlar Süryanice İncil’i, onların sesinden dinleyin her biri farklı ezgilerle okunan o sayfaları..

Mardin’de Kasımiye Medresesi’ne uğrayın mutlaka.. Çeşmeden akan, havuza ulaşana kadar aktığı yol boyunca yaşamın evrelerini simgeleyen suyun sesini dinleyin...

Midyat Sokakları
Daracık taş sokaklarda yürüyün, taş evlerin arasında gezinin. Midyat Konuk Evi’ne gidin ve tepesinden Midyat manzarasını izleyin. (Çoğunuz izlediği dizilerden hatırlayacaktır zaten ilk görüşte.)

Yine Midyat’taki Gelüşke Hanı’na gidin mesela... (Cebinizde paranız bol ise Mardin’deki Cercis Murat Konağı’na da gidebilirmişsiniz. Ben tüm paramı incik boncuk için harcadığımdan giremedim kapısından içeri, kefil olmuyorum.) Gelüşke Hanı’nda mutlaka şemmame çekin, reyhani oynayın.. Oynamayı beceremediğinizde duyabileceğiniz “bilmeyenler otursun” sözlerine aldırmayın, öğrenene kadar deneyin. Bir daha öyle bir avluda halay çekme fırsatı bulamayabilirsiniz çünkü.. Merak etmeyin, sabah öğle akşam devamlı halay çeken birilerini bulacaksınız orada. Öyle ki ben orada çalışan garsonların işinin önemli bir parçasının halay çekmek olduğunu düşünür oldum onları izlerken..

Gelüşke Hanı / Midyat
Türküler dinleyerek, Selda Bağcan’ın Ahmet Kaya’nın sesinin eşliğinde Süryani şarabı için mutlaka; yanında onun özel çerezini, karpuz çekirdeğini ihmal etmeden.. Karpuz çekirdeğinin dilinizi yakan tuzu sayesinde daha da iyi fark edeceksiniz üstüne içtiğiniz bir yudum Süryani şarabının ağzınızda bıraktığı güzel tadı. 
Bilmediğiniz yeni tatları keşfedin; kavun çekirdeği alın kavurun, her gördüğünüzü sorun. Oraların mısırını gördüğünüzde “Aaa makarnaya bak, deseni ne güzel, çiçek gibi.” demeyin. J

Hele bir de öğretmenseniz ya da arkadaşınız orada öğretmense yaşadınız. Küçük yerlerde her zaman daha bir değeri var öğretmen olmanın, öğretmenlik hâlâ kutsal meslek oralarda. Tanımadıkları herkese “Hocam” demelerinden anlarsınız zaten, “Hocam” kelimesi saygı gösteren bir ifadedir hâlâ onlar için.
Kürtçe, Arapça cümleler öğrenin.. Öğrendiğiniz beş cümleden üçü teşekkür cümlesi olacaktır zaten.. Bin bir şekli var teşekkür etmenin orada, bin bir kez teşekkür etme ihtiyacı hissedeceksiniz zaten her gittiğiniz yerde her tanıştığınız insana..

Mümkünse öncesinde paranızı biriktirip gidin; her gördüğünüzü almak isteyeceksiniz çünkü. Salaş bir kumaşçı dükkanına girecek, bir sürü ıvır zıvırın arasında kaybolmuş güzelim takıları fark edecek, hazine arar gibi altüst edeceksiniz dükkânı. Dükkân sahibinin gönlü zengin olacak zaten, siz bir tane alırsanız o yanında iki tane daha hediye edecek. (Bu durum, Hasankeyf gibi turistik yerlerdeki esnaf için geçerli değildir, şehrin sokaklarında tur atarken karşınıza çıkacak dükkânlar içindir sözüm.)

Her şeyin kaçağını, bu nedenle daha ucuzunu görecek (sigaradan tutun bakkaldan aldığınız içeceğe kadar), eğer hatun kişi iseniz koca bir poşeti makyaj malzemesi ve parfümle dolduracaksınız..
Eğer benim gibi tütün sarıp içen bir insansanız, Golden Virginia paketinizle gidip o tütünü sarmaya kalkışmayın sakın! Yaşlı başlı amcalar denemek isteyecek, her seferinde de “Bunu mu içiyorsun!” diyerek sizi ezeceklerdir. Cebinizde hâlâ para kaldıysa nereden tütün almanız gerektiğini sorarsınız onlara, ben tütün yerine şaraba yatırmayı tercih ettim paramı.

Bıttım sabunu göreceksiniz orada bol bol. Özellikle saçlara iyi gelirmiş. Kilo ile alıp saçı seyrelmiş arkadaşlarınıza hediye edebilirsiniz; eğer bu duruma alınmayıp sizinle arkadaşlıklarını devam ettireceklerine eminseniz. J

Ve tabii ki gümüşçüler..  Ben oradayken gümüşün fiyatı iki katına çıkmıştı; ama yine de ucuzdu başka yerlere göre. Telkari broşlar, bilezikler, hediyelikler. İhtimal değil ya, yine de almayacak da olsanız bir girin o dükkânlara, ya da vitrinden seyreyleyin, hepsi birer sanat eseridirler..

Başka bir yazıda, Hasankeyf’te görüşmek üzere...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

HER ŞEHİR KENDİNE BENZETİYOR BENİ - MİDYAT

Dediler ki; baharda görülmeliymiş Midyat. Meğerse tam zamanında gitmişim oralara, bir aya kalmaz kururmuş havası.

Mardin - Midyat arası bir saatlik yolu ufacık bir araçta sıkış tıkış giderken kurdu bu cümleyi Midyatlılar. Ben o sırada pencereye dayanmış, yeşilliklerin ortasında kırmızının zaferini ilan eden gelincik tarlalarını izlemekteydim. “Durdurun arabayı!” diye bağırasım geldi, “Durdurun da koşup yuvarlanayım, kaybolayım şu gelinciklerin arasında.” Daha uçaktan ineli bir saat olmamış, gelincik tarlalarından başka hiçbir şey görmemiş ve şimdiden aşık olmuştum oraların renklerine.

Sonra insanına aşık oldum. Nasıl gideceğimi sorduğum yol için çıkarıp yol parası veren insanına. (Dolmuş yok diyerek beni kandırmaya çalışan taksicileri ayrı tutuyorum; çakal taksici her yerde çakal taksici :p) Her biri bilmediğim bir başka dilde konuşan, ama birbirlerini anlayabilen insanlarına aşık oldum.. Onların bana yardımcı olma çabasına, otobüse bindiğim an genci yaşlısıyla hep birden ayağa kalkıp yer vermeye çalışan erkeklerine.. Bugüne dek hep bir sempatim olmuştu onlara karşı; içimdeki filizi güçlendirdiler, bir kez daha yakınlaştırdılar beni kendilerine.  İstanbul’dan beraber uçağa bindiğim, suratlarındaki makyajdan ten rengini seçemediğim, kurdukları cümlelere, tepeden bakan gözlerine, aşağılayıcı ses tonlarına katlanamadığım kokoş kadın grubu geldi aklıma. Oradaki yapmacıklıktan nasıl kaçmak istediysem, buranın esmer tenli doğallığına o kadar sarılmak istedim.

Nicedir dinlemediğim şarkılar çaldı bir bir radyoda.. Hiç dinlemediklerimi de ilk kez orada sevdim. Arapça, Kürtçe, Türkçe... Kardeş dillerin kardeş ezgilerini dinledim Midyat yollarında.

Heştreke (Ortaca) Köyü Öğrencileri
Bir köy okulunda buldum sonra kendimi. Liseden bu yana hiç kopamadığım arkadaşım, belki de kendine en yakışan meslek olan öğretmenliği seçmiş, ders veriyordu bir Kürt köyünde çocuklara. Onu izledim, ona imrendim, onunla gururlandım. Dışarıdan gelen bir yabancının etrafını bir anda sarıveren o çocukların merakıyla, kısa süre içinde de sevgisiyle tanıştım.. Başıma papatyadan bir taç konuldu, elime “Öğretmenim, sizin için.” sözleriyle bir çiçek tutuşturuldu. Her biri bir meziyetini sergiledi, şarkılar söylendi, halaylar çekildi.  Midyat’ta bir Kürt köyünde öğretmen oldum bir günlüğüne...

Hah (Anıtlı) Köyü


Hemen yan köye gittim sonra. Birkaç kilometrelik mesafedeki bir Süryani köyüne. Çocuklar aynı çocuklardı, sadece isimler değişti. Birbirlerine Süryanice seslenmeleri, cami yerine kiliseye gidiyor olmaları dışında bir fark yoktu sanki. Arkadaşım anlattı sonra; o köyde öğretmen olmadığı bir dönemde bu çocuklar da yan köye onun sınıfına gelmiş, aynı sınıfta ders vermişti onlara da. Bu çocuklar tam üç dil biliyordu, üç ayrı dilde anlatabiliyorlardı kendilerini. Beraber büyüyordu iki köyün farklı halklarının çocukları, kavgadan uzak büyüyorlardı.

Köy okulunun bakkalı ile muhabbet ettik bir süre. Dükkanın önüne attığı iskemlelerde bize ikram ettiği kaçak çaydan içip kaçak sigaralarımızı tüttürürken, yıllarca İstanbul’da da yaşamış biri olarak Midyat’taki hayattan bahsetti bize. “Buralar başkadır hocam.” diyerek başladı sözüne. ”İstanbul’a da benzemez, diğer Doğu illerine de.” Farklı kültürlerin bir arada nasıl huzur içinde yaşadığından bahsedip, Midyat’a boşuna “medeniyetlerin beşiği” denmediğini anlattı.. Haklı bir övünme vardı sözlerinde, benimse heyecanlı bir imrenme vardı ona bakan gözlerimde..  

Bu sadece ilk günümdü Midyat’ta; akşamında bambaşka duygular içinde, ama huzurluydum. Tıpkı Midyat gibi.

26 Nisan 2011 Salı

QUEIMADA: BENZERLİKLER ÜZERİNE SORULAR

2008’den devam… Mart ayı, iktidarda Bush, haber bültenlerinde Irak; işgal beşinci yılında, direniş de… 
Bense üçüncü sınıftayım.. Derste 69 yapımı Queimada (Burn!) filmini izlemişiz; yönetmen Pontecorvo, başrolde Marlon Brando.

Bir küçük kırmızı not: Okumadan önce filmi izlemeniz hoş olur, eğer ki okuduktan sonra izlemeye karar verirseniz, o daha bir hoş olur…
  
Queimada Karayipler’de bir adanın öyküsü… İki kez cehennem ateşleriyle yakılan; ama zaten üzerinde yaşayan, adayı ayakta tutan, üreten insanlar için her günün cehennem gibi geçtiği bir ada… Jose Dolores adada bir köle… Jose Dolores adada bir kahraman… Jose Dolores adada idamlık bir mahkum… William Walker adaya gelmiş bir İngiliz ajanı… Dolores köleyken de kahramanken de Walker hep bir ajan… Ve bitmeyen bir savaş… Queimada bir sömürgecilik filmi… Siyaset nasıl taraf olmak demekse, her politik filmde nasıl iki taraf varsa Queimada’da da var; sömürülen ve sömüren… Ve sömürülenin öğrendiği bir şey var: Özgürlük…
“Özgürlük başkaları tarafından sana verilen bir şey değildir. Özgürlüğü ancak kendin almışsan özgür olabilirsin.”
Gillo Pontecorvo, politik sinema dalında parmakla sayılacak filmlerden biri olan Queimada’da  bizlere sömürgecilik üzerine bir ders verirken, bu mesajı Jose Dolores üzerinden bizim de kafamıza ustalıkla yerleştirir. Sir William Walker ve Jose Dolores arasındaki ilişki sömürülen ve sömürenlerle dolu tarihin Marksist bir okuması olarak çıkar karşımıza. Vietnam savaşı döneminde çekilen film o dönemle ne kadar benzerlik taşıyorsa; günümüzle bağını kurmak da bir o kadar kolay olacaktır. Tek yapmamız gereken ufak değişikliklerle filmi kafamızda yeniden canlandırmak; örneğin şeker yerine petrol koymak. Filmin kimi çevrelerde rahatsızlık yaratmasına, bizim ülkemizde de yetmişlerde gösteriminin yasaklanmasına şaşırmamak gerekiyor.
Günümüzde en çok Bush’un ağzından duymaya alıştığımız bir kelimeyi filmde Walker da sürekli tekrar etmekte: medeniyet! Bu durumda Dolores’in filmin sonunda Walker’a sorduğu soruyu bizlerin de bu kadar tartışmamız tesadüf değil; “Hangi medeniyet?” Queimada’ya götürülen medeniyet ile bugün Irak’a götürülen medeniyetin ne farkı var? Queimada’ya ismini veren yangın Orta Doğu’da patlayan bombaların çıkardığı yangınlara benzemiyor mu?
Adada ekonomik kontrolü ele geçirmek amacıyla İngiltere tarafından kışkırtılan şeker kamışı işinde çalışan kölelerle, bugün adına “küreselleşme” denilen ama aslında ucuz emek diyerek belirli sermaye kuruluşları tarafından dünyanın dört bir tarafında köle gibi calıştırılanların “ekmek” dağıtıldığında birbirlerini eziyor olması sadece Queimada filminde ve akşamları ana haber bültenlerinde gördüğümüz tesadüfi bir benzerlik mi?
“Jose’yi ölü olarak bulmak istemem; bu savaş biterse maaşımı alamam.” diyen bir asker aynı zamanda günümüz Türkiye’sindeki toplumsal çürümenin bir aynadaki aksi olamaz mı? Piyasa ekonomisinin egemen olduğu bu dönemde bireyciliğin bu kadar almış başını gitmiş olması, bunun yeni yeni ortaya  çıktığı bir dönemdeki bir askerin kurduğu bu cümlenin bir uzantısı olarak görülemez mi?
Filmin iki ana karakteri Dolores ve Walker arasındaki ilişki sadece ikisinin simgelediği taraflar arasındaki mücadeleye dikkat çekiş midir yoksa dönemin insanına ve onun psikolojisine dair bir anlam da çıkarabilir miyiz?
William Walker’ın bir köle ile bir ücretli işçi çalıştırmanın arasındaki farkı anlatmak için kurduğu “Bir fahişeyle birikte olmak mı, yoksa bir kadınla evlenmek mi?” benzetmesi sadece sömürü çarklarının nasıl döneceğine mi dikkat çeker, yoksa burdan toplumda kadının yerine dair de söz söylenmiş olduğunu çıkarırsak Pontecorvo’yu ve filmini abartmış mı oluruz?
Queimada nasıl sadece siyasi bir film olmayıp bir insanlık panoraması çiziyorsa, aynı şekilde sadece devletlerin hamlelerinin arkasında yapılan hesapları değil, insanların da bunla baglantılı olarak hangi motivasyonlarla hareket ettiklerini gözler önüne seriyor. İngiltere nasıl önce bir kahraman yaratıp daha sonra o kahramanı yok etmeye çalışıyorsa, benzer bir şekilde insanlar da başlarda kahramanı el üstünde tutarken o yakalandıktan sonra son sahnelerde linç etmeye kalkışıyorlar.
“Queimada” bugünden bakıldığında bir benzerlikler hikayesi… Bu sömürgecilik hikayesinde günümüze kadar değişmeyen, aynı kalan pek çok şey var.. Filmi izlerken bu bir tokat gibi suratımıza çarpıp karamsarlığa itse de son sahnesi hâlâ varolan bir şeyi daha bizlere hissettirmekte: Umudu. Sömüren ve sömürülen olduğu sürece mücadele de olacak; birilerine saplanmak için bekleyen bıçaklar da…
Ve şu mesaj daima aklımızın bir köşesinde kalacak:
“Özgürlük başkaları tarafından sana verilen bir şey değildir. Özgürlüğü ancak kendin almışsan özgür olabilirsin.”

24 Nisan 2011 Pazar

1980LERDEN GÜNÜMÜZE UZANAN BİR ÖYKÜ “KAMBER ATEŞ NASILSIN?”

Aralık 2008'de, "Özgürlük" dersinde ödev olarak yazmıştım bu yazıyı.. Bizlere aklımızdan geçenleri özgürce yazma fırsatını veren Yıldız Silier'e ve yıllardır beni blog açmaya teşvik etmekten vazgeçmeyen ağabeyime bir kez daha teşekkürlerimle...

Lavemın Çaveye?

dilim tutuklu oğlum
seninle konuşamam
gözlerime bak
sözlerimi anlarsın
gözlerimin derininde
kaç uykusuz geceler
kaygılı bekleyişlerden
sana zulüm yaptılar mı?
-kamber ateş nasılsın?

Gülsüm Akyüz


1980ler… 12 Eylül askeri darbesi sonrası… Mamak askeri cezaevi… Bir ana ve bir oğul… Oğul bir mahkum… O dönemde özgürlüğü elinden alınmış, dört duvar arasına atılmış binlerce siyasi suçludan sadece biri… Ama bu hikayenin özgür olmayan tek kahramanı o değil… Yasaklar ve baskılar sadece demir parmaklıkların ardında değil… Parmaklıkların ötesi de ayrı bir zindan… Bir insan düşündüğü dilde konuşamıyorsa, anadilinde konuşma özgürlüğü elinden alınmışsa, kendini kuşatılmış hissetmek için dört duvar bir de kilitli kapıya ihtiyaç duyar mı?
Kamber Ateş Nasılsın? İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi tarafından derlenen Hapishanelerden Öyküler kitabına ismini vermiş, daha sonra oyunlaştırılmış ve kısa filmi de çekilmiş, Ruşen Sümbüloğlu’nun kaleme aldığı, annesi hapishanede ziyaretine geldiğinde Türkçeden başka bir dil konuşulması yasak olduğundan dillerinin değil de gözlerinin anlattıklarıyla konuşan bir ana oğulun, Kamber Ateş ve annesinin hikayesi. Oğlunu görmeye gelen Kürt anne yolda sadece şu üç kelimeyi öğrenebilmiştir; “Kamber Ateş nasılsın?” Ve bütün özlemini, umutlarını, endişelerini bu üç kelimeyle aktarır oğluna. Kamber Ateş’in öyküsü şiddetin ne kadar farklı yüzlerinin olduğunu bize gösteren, yasaklar ve inkar politikalarıyla bir dilin, bir kültürün yok edilemeyeceğini anlatan, düşünceyi suç sayan bir hukukun bir dili yasaklarken, bir halkı yok sayarken sadece bakışarak bile aradaki duvarları yerle bir eden insan ilişkileri karşısında ne kadar aciz kaldığını gözler önüne seren bir öykü.
12 Eylül darbesi sadece hapishaneleri dolduran değil, yaşamın her alanında insan özgürlüklerine pranga vuran bir dönemi başlatmıştır. Şiddet ve baskı ile eş güdümlü giden ve sistem tarafından insanlara manipule edilen, günümüz insanlarında da ne yazık ki çok zorluk çekmeden gözlemlenebilen bireycilik ve rekabet, dayanışma duygusunu köreltmeyi hedeflemiş, insanları yalnızlaştırmış, biribirinden kopartmıştır. Hikayenin kısa filminde, oğlunu ziyarete giden annenin tren sahnesi izleyicilerin dikkatini bu gerçeğe çeker; herkes birbirine bakar ama kimse konuşmaz.
Devlet, Kürtlerin elinden ana dilde konuşma özgürlüğünü almakla kalmamıştır. Bireysel olarak insanların yalnızlaşması, iki halkın giderek daha fazla birbirinden uzaklaşmasıyla el ele yürümüştür. Bir yandan asimile edilmeye çalışılan bir halk, diğer yandan devletin kültürel zenginlikleri düşmanlıklara evrilten, şiddeti yalnızca kullanmakla kalmayıp provoke eden kimlik politikası. Kamber Ateş’in annesinin içerde oğluna uygulanmasından korktuğu zulümün bir başka çeşidinin dışarda kendine uygulanıyor olması. İktidarını pekiştirme ihtiyacı duyan devletin toplumu terörize etmesi. Farklı etnik kimlikler arasında bir çatışma için uygun zemin hazırlanması. Hükümete ya da diğer devlet aygıtlarına olan güvenin azaldığı dönemlerde Kürt sorunu, şiddet ve terör tartışmalarının körüklenmesi. Güvenlik ve terör bahanesi altında, şiddetten kaçınma maskesiyle yaratılan daha büyük şiddet mekanizması…
Kapitalizm doğası gereği iki halkı birbirine düşürme ve bundan yararlanacağı sömürü mekanizmalarını kurma yoluna gitmiştir. Annesiyle kendi dilinde konuşamayan Kamber Ateş ile onun başında  copuyla bekleyen, Türkçe olmayan tek bir kelime dahi konuşulmasını engelleme görevinin verildiği askerin arasına bu şekilde mesafe sokulmuştur. Yıllardır Türk işçisinden daha fazla ezilen Kürt işçisine tek sorun dil sorunu gibi gösterilmiş, çözüm olarak resmi dairelerde devlet dilinden başka bir dilde konuşanlara ceza uygulamayı düşünen Letonya örneği gibi, azınlıklara yönelik birçok baskıya ev sahipliği yapan AB gösterilmiştir. Halbuki, sömürülen ve sömürenlerle, özgürlük mücadeleleriyle dolu tarihin bize öğrettiği bir mesaj vardır: Özgürlük başkaları tarafından verilen bir şey değildir, onu ancak kendimiz almışsak özgür olabiliriz.
Sonuç olarak, Kamber Ateş’in hikayesinde karşımıza çıkan anadilde konuşamama sorunu aslında sadece Kürtlerin özgürlük sorunu değil, varolan düzenin kendisini ikame ettirebilmek için kurduğu mekanizmalardan biri olarak Türklerin de özgürlük sorunudur. Bu yasakla ket vurulmak istenen sadece bir halkın dili değil, özgürlük için beraber mücadele ettiklerinde kurulan düzeni temelinden sarsacak olan halkların dayanışma gücüdür. Yaşamın her alanında özgürlüklerine vurulan bireycilik prangasından da ancak bir araya gelerek verdikleri özgürlük mücadelesiyle kurtulacaklardır.