Bu Blogda Ara

17 Kasım 2013 Pazar

BELÇİKA BELÇİKA HOLLANDA / Part 2 – Masal Diyarları Gent ve Bruges

Amsterdam yazısının ardından Belçika’yı yazmayı planlarken bir de baktım aradan üç hafta geçmiş. Nasıl da tembel bir insan olduğumu bir kez daha kanıtlamanın utancıyla hemen konuya giriyorum.

Belçika’da iki şehir gezdim, ikisine de doyamadım. Özel olarak Belçika gezisi yapacaklar mutlaka Brüksel’i de ziyaret edecektir; fakat çok gezen çok gören sağlam kaynaklardan aldığım bilgilere göre Bruges’un yanında Brüksel’in lafı bile olmazmış. O yüzden, eğer benim gibi Amsterdam tatili planlayıp gitmişken civarı da göreyim derseniz mutlaka Bruges ile Gent’i tercih edin.

Yine gezdiğim gördüğüm sırayla anlatmak en doğrusu olacak.

GHENT / GENT

Ne yalan söyleyeyim, Gent’ten pek haberdar olmayan bir insan olarak gezmek aklımın ucundan geçmiyordu. Sonradan bir arkadaşımızın orada yaşadığını öğrenince -Bruges’a da çok yakın olmasından dolayı- bir gecemizi orada geçirmeye karar verdik. İyi ki de yapmışız, zira böylesi bir güzellikten mahrum kaldığımı sonradan öğrensem başımı taşlara vururdum.

Gent, turistler tarafından yeni yeni keşfedilmeye başlamış ve bir kere gidenin kolay kolay bırakıp dönemediği bir kent. Öyle ki arkadaş vasıtasıyla tanıştığımız Gentlinin ilk cümlesi “Siz de buraya yerleşmeyeceksiniz değil mi?” oldu. Ve gördüğüm manzara karşısında büyülenen ben, hep asla İstanbul’dan ayrı kalamayacağımı düşündüğüm halde “Neden olmasın?” cevabını verdim.

Alternatif kent haritaları...
Gent –aynı Bruges gibi- tam bir Orta Çağ kenti. Her ikisini de gördüğünüzde aynı soru dönecek kafanızda: Bir şehir günümüze kadar hiç mi bozulmaz? Gezip görmek çok vaktinizi almayacak; çünkü oldukça küçük bir kent. (Belçika’nın en büyük üç kentinden biri olmasına rağmen) Yine de abartmayın, vakitlice gidin. Ben az biraz acemiliğim az biraz saflığımdan, aktarma trenini kaçırıp Rotterdam’da üç saatimi harcamak zorunda kalınca ancak akşama doğru gidebildim. Sadece bir gece kaldım ve ertesi gün öğleye kadar gezme fırsatım oldu, tabii ki yetmedi. Trenle gidiyorsanız St. Pieters istasyonunda ineceksiniz. Oradan 1 numaralı otobüse binin, sizi şehir merkezine kadar götürür.

Öncelikle, çoğunuzun bildiği üzere yurt dışında kaybolmamak için çoğu zaman harita şart. Ve Belçika’da şöyle bir güzellik var: Hemen hemen her şehirde, oranın insanları gençlere özel ilginç bilgilerin de yer aldığı keyifli bir harita hazırlamışlar. Mutlaka o haritalardan bulun, okurken bile çok eğleneceksiniz. Benim kaldığım hostelde vardı, oradan edindim. Başka nerelerde var bilmiyorum ama sorup öğrenebilirsiniz sanırım.


Ecohostel
Hazır hostel demişken, biraz kaldığım hostelden bahsedeyim. Mutlaka ama mutlaka başka bir hostele bakmadan önce Ecohostel’in kapısını çalın. Şehir merkezinden biraz uzakta; uzakta dediğim, ancak bir kilometre mesafede filandır. Şehir küçük olduğundan bize “uzak” diye tarif edilmişti. Aslında çok rahat bir şekilde, hiç yorulmadan yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Sıkı durun, hosteli güzel yapan en önemli özelliği söylüyorum: Hani Amsterdam yazısında insanların kanal üzerindeki bot evlerde yaşadığından bahsetmiştim ya, işte bu da onlardan. Evet, yanlış okumadınız, kanalın üzerinde kalıyorsunuz. Dalga olmadığından mideniz kötü olmaz korkmayın, nem rutubet sorunları da yok. Küçük küçük kamaralar şeklinde odalar var. Bizim odamız sekiz kişilikti. Çok temiz, oldukça güzel döşenmiş ve diğerlerine göre çok daha ucuz. Şu an tam emin olamıyorum ama geceliği yirmi, en fazla yirmi beş euro olsa gerek. Sabah çıkmadan önce mutfakta kahvaltı yapabilirsiniz. Kendi işinizi kendiniz görüp bulaşığınızı yıkamak şartıyla. Ve kahvaltı sonrası keyif sigaranızı size günaydın demeye gelen kuğuları izleyerek güvertede içmenin keyfi paha biçilemez. “Ben yine de şehrin göbeğinde kalmak isterim” diyenlerdenseniz hemen Oraslei Caddesi’nin orada, köprünün dibinde de bir hostel var. Adını hatırlamıyorum ama dışarıdan görüntüsü kale gibi. Açıkçası bir gece de orada kalmayı çok isterdim.


Eğer vaktiniz kısıtlıysa ve bir gün içinde hem Bruges hem de Gent görmek istiyorsanız gecenizi Gent’e ayırın. Bruges’da hayat hava kararınca bitiyor ama Gent öğrenci şehri olduğundan gecesi çok daha canlı. Binaları ve ışıklandırmaları ile Gent, akşamları bambaşka bir güzellik. Sanki vampir filmi çekilecekmiş de orası da stüdyo olarak hazırlanmış. Emeklilik hayali kurar gibi “Bir gün vampir olursam burada yaşayacağım” hayalleri bile kurdurtuyor insana. Ya da bizim kafalar hep güzel, bilemedim :)

Oraslei Caddesi
Gent’in merkezinde Korenmarkt Meydanı var. Hemen bu meydana yakın Oraslei Caddesi. İkisini de mutlaka görün. Alın biranızı, Oraslei Caddesi’nde su kıyısında oturan gençliğe katılın. Bir diğer meydan Friday Market Meydanı. Adından da anlaşılacağı üzere burada pazar da kuruluyor. Bu arada, meydan meydan diyorum ama öyle büyük meydanlar beklemeyin. Şehir ne kadar büyük ki meydanı büyük olsun.


Gravensteen Kalesi
Vaktim çok kısıtlı olduğundan Amsterdam’da olduğu gibi kültür sanat gezisi yapamadım.  Ama en önemli yeri gezme fırsatını yakaladım. Gravensteen Kalesi. Şehir merkezindeki bu kaleyi gördüğünüzde kendinizi Age of Empires oyununun içine düşmüş gibi hissedebilirsiniz. Kalenin içi müze gibi dekore edilmiş ve benim en merakla gezdiğim kısmı her zaman olduğu gibi işkence aletlerinin olduğu kısımdı. Kalenin tepesinden şehre bakmak da ayrı güzel. Bir de St. Bavo Katedrali varmış. Gezmedim, görmedim, kefil değilim.

Genevre
Şehri genel hatlarıyla görmek için bot turu yapabilirsiniz. Benim kısıtlı vaktim olduğundan kanal turunu Brugge’da yapıp burada ise o vakti Genevre içerek geçirmeyi tercih ettim. Evet, el yapımı bu içkinin tadına bakmadan dönmeyin. Shot bardağında görünce tadına aldanıp gaza gelmeyin, zira içerdiği alkol bakımından pek de masum bir içki değil. Biz yaşlı bir “dede”nin Genevre’sini tattık. Ben yapım kısmını kayda alma hayalleri kurarken, dışarıda oturma şartıyla kabul edilip içeri bile alınmadık. O kadar gizli bir tarifi var yani :)

Gent'in yerel şekeri...
Yolda seyyar satıcıların sattığı ilginç bir şeker göreceksiniz. Kese kâğıdında beş euro’ya satılıyordu. İnanılmaz keskin bir tadı var, hiç sevmedim. “Şekerdir, sevilmez mi?” diye tadına bakmadan almış bulunduğumdan Türkiye’ye kadar getirdim, neyse ki burada sevenler çıktı. Siz almadan önce bir tadın
mutlaka.

Veeeee Gent’in ikinci el dükkânları… Evet, birkaç yerde ikinci elci var. Şehir merkezinde sorun, mutlaka tarif ederler. O kadar şanslıymışım ki, benim gittiğim T2 isimli dükkânda yeni mallar geleceğinden her şey 3 euro idi. 3 euro’ya sapasağlam ikinci el kabanlar buldum. Her şey o kadar ucuz ve güzel ki, nasıl taşıyacağımı düşünmeden iki tane kaban aldım. Yani, benim gibi ikinci el kıyafet alışverişini seviyorsanız Gent sizin için cennet.

Bu kısmı bitirmeden önce olur da bu yazıyı okurlarsa bize Gent’te ev sahipliği yapan, hostel ayarlayan, geceyi keyifle geçirmemizi sağlayan, Genevre ile tanıştıran ve o ikinci elciyi keşfetmemizi sağlayan muhteşem insanlara bir de buradan teşekkürü borç bilirim. :)

BRUGES / BRUGGE / BRÜJ

Benim için en zoru Brugge’u anlatmak olacak sanırım. Maalesef böylesine bir güzelliği tarif etmeye yetecek edebî yeteneğe sahip değilim. Çoğunuzun da muhtemelen duyduğu üzere, Bruges tam bir masal şehri. O binalar, çikolata dükkânları, taş sokaklar… Bir süre sonra gerçeklik algınızı kaybedeceğinize emin olabilirsiniz.

Bruges kanal turu...
In Bruges filmini izleyenler bir gün bu kenti ziyaret etmeyi not etmişlerdir kenara. İzlemeyenler de mutlaka gitmeden önce izlesinler. Zira şehri gezerken filmin soundtrack’i Medieval Waters kendiliğinden çalmaya başlayacak kulağınızda.

Bruges da Gent gibi, hatta daha da küçük bir kent. İnanılmaz güzel ama uzun süreliğine giderseniz sıkılma ihtimaliniz çok yüksek. O yüzden, vakitlice gidip doldu dolu bir gün gezmek yeterli olacaktır. Akşamları dükkânlar erkenden kapanıyor ve canlı bir gece hayatının olmadığını duydum. Daha önce de yazdığım gibi, vaktiniz azsa burada günü bitirip gece için Gent’e geçmek daha verimli olacaktır. Ben gündüzümün yarısını Gent’in ikinci elcisinde harcadığımdan Brugge için sadece yarım günüm kaldı. İçimde ukdedir, bir gün fırsat yaratıp mutlaka bir kez daha giderek doya doya gezeceğim.

Bruges. Kent girişinde manzara...
Brugge’da hiçbir vasıtaya gerek yok. İstasyondan şehir merkezine yürüyerek gidebilirsiniz. Merkeze gidene kadar yollarda kimseyi görmüyor ve sanki terk edilmiş bir Orta Çağ şehrini geziyor hissine kapılıyorsunuz. İstasyondan şehre yürürken sağ tarafınızda ünlü bir park var. Yani, şehir sizi oldukça güzel bir manzara ile karşılıyor.


Burada mutlaka ama mutlaka kanal turu yapın. Kısıtlı vaktinizde olabildiğince çok yer görmüş oluyorsunuz. Emin olun, kanal üzerindeki kuğuları izlerken siz de kuğu olup Bruges’da süzülmek isteyecekseniz. Evet, Brugge’un nesi meşhur sorusunun cevabı ne kadar çikolata ve bira ise bir o kadar da kuğu olsa gerek.

Gitmişken Belfry Tower’a da çıkmanız gerek. Şehre tepeden bakınca manzara çok güzeldir sanırım. “Sanırım” diyorum,  çünkü ben akılsızlığımdan çıkamadım, sadece filmden biliyorum. Gider gitmez karnımı doyurmak istediğim ve kulenin belirli bir saatte kapanacağını o sırada düşünemediğimden dolayı yetişemedim. Siz uygun bir saatte gidin, düştüğüm hataya düşmeyin.

Belfry Tower’ın olduğu yer şehir meydanı. Çevresinde birçok lokanta var. Ben “beyaz şarapta midye ye” tavsiyesi aldığımdan ve midyeye olan düşkünlüğümden dolayı yemek faslım uzun sürdü. Çok dolaşamadığımdan bilmiyorum ama baktığım tüm lokantalarda fiyatlar inanılmaz pahalıydı. Herhangi bir sürprizle karşılaşmamak için olanak varsa dolu bir cüzdanla gitmek en iyisi. Paranız yoksa da aç kalacağınızı sanmam, sonuçta bir market bulup kendiniz sandviç işine girişebilirsiniz. (Belki Amsterdam’daki gibi ucuz patates, sosisli vs olanakları vardır ama hiç denk gelmedim.) Meydandaki lokantalar o kadar pahalıydı ki yemeğin parasını ülkeye döndüğümde takside böldürdüm. Aklınızda bulunsun.

Çikolata dükkânı vitrini :)

Belçika’da tabii ki çikolata ve waffle yiyeceksiniz. Yalnız çoğunluğun aksine –muhtemelen hamurun kalın oluşundan dolayı- ben waffledan pek hoşlanmadım. Bir de siz deneyin. Aileye, ofise vs çikolata getirmek güzel bir hediye olacaktır. Kendileri de bunun farkında olsa gerek ki çikolatalar, özellikle de o karşı koyamadığınız çikolata kutuları biraz pahalı. Siz yine de cebinizde parayla gidin en iyisi, Bruges’da her şey pahalı gibi geldi bana. Birçok dantel dükkânı var; dantel ve goblenler meşhur. Ama ben el emeği göz nuru muhteşem danteller ören anneme tutup da dantel getirseydim elindeki tığ ile gözümü oyardı sanırım.

Son olarak, bir de gezmediğim Church of Our Lady var. İçinde Michelangelo’nun heykeli var imiş, siz fırsat bulursanız görün.


Gent ve Bruges için ne söyleyebilirim, hangi kelimelerle ifade edebilirim gerçekten bilmiyorum. Masal diyarı demek yetmiyor o güzelliğe. O binaları, kanalları, kuğuları, çikolata dükkânlarını ve daha birçok şeyi tek tek anlatmak mümkün değil. Görmeden ölmeyin derler ya, öyle bir şey işte.

5 Kasım 2013 Salı

NÂZIM’IN “YOLCU”SU ŞEHİR TİYATROLARI’NDA

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları 2013-2014 sezonunda yeni oyunlarla seyircilerin karşısına geçiyor.  Bu oyunlardan biri, yıllar önce Savaş Dinçel, Erdal Özyağcılar ve Mustafa Alabora gibi usta isimlerin oyunculuklarıyla sahnelenen ve Nâzım’ın tüm eserleri gibi hiç eskimeden günümüzde de aynı önemi taşıyan YOLCU.


30 Ekim Çarşamba günü Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde prömiyer yapan oyun, sezon boyunca Şehir Tiyatroları sahnelerinde sergilenmeye devam edecek.  Nâzım Hikmet’in en beğenilen oyunlarından biri olan Yolcu, Şehir Tiyatroları’nda Yıldırım Fikret Urağ’ın yönetmenliğinde sahneleniyor.  Dramaturgluğunu Hatice Yurtduru, kostüm tasarımını Duygu Türkekul ve efekt uygulamasını Hanefi Topraktepe’nin üstlendiği oyunun kadrosunda Bahtiyar Engin, Aslıhan Kandemir, Mehmet Avdan ve Gün Koper yer alıyor. Barış Dinçel’in başarılı sahne tasarımı ve Mustafa Türkoğlu’nun ışıklarıyla oyun kısa sürede izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor.


Kurtuluş Savaşı yıllarında memleketin ücra bir köşesindeki tren istasyonunda yaşayan üç insan, bu ıssız yerde hiçbir iletişim aracı olmadan toplumdan uzak ve yalnız kalmışlardır. Dışarıda devam eden savaştan bihaber kalabalığa karışma arzusuyla yanıp kavrulurlarken kendi aralarında da yalnızlaşmış ve birbirlerine düşman hale gelmişlerdir. Bir gün istasyona yolu düşen Atlı’nın gelişiyle her şey bambaşka bir hal alacaktır. İnsan ilişkileri üzerinden bir toplumu sorgulatan oyunda iyiye, doğruya ve güzele olan hasret can yakıcı bir şekilde hissediliyor. Yahut Nâzım’ın kaleminden Makasçı’nın deyimiyle;

“Daha güzel, daha iyi, daha doğru bir dünya…
Otları, hayvanları değil… Onlar şimdi de güzel.
İnsanları daha iyi, daha doğru bir dünya…”

27 Ekim 2013 Pazar

BELÇİKA BELÇİKA HOLLANDA / Part 1 - Amsterdam


Yazının başlığına aldanmayın, o başlık çocukluğumuzun tekerlemelerinden kalma; ben gezip gördüğüm sırayla önce özgürlükler şehri Amsterdam’ı, sonra masal şehirleri Gent ve Bruges’u anlatacağım sizlere…

Sonradan gelen bir küçük kırmızı not: Amsterdam yazısı biraz uzun oldu. Brugge ve Gent için ayrı bir yazı yazacağım.

AMSTERDAM

Hostelden Nieuwendijk
Önce hostel tavsiyesiyle başlayalım. Ucuzundan bir tatil planlıyorsanız dorm tarzı hostelleri tercih edebilirsiniz. Kalabalık gidiyorsanız ev tutmak da güzel bir seçenek ama bir iki kişi gidiyorsanız daha ucuza gelmeyecektir. Benim kaldığım hostel, dorm tarzı olmasına rağmen diğerlerinden birazcık daha pahalıydı. Yurt dışında ilk kez kalabalık bir odada kalacağım için risk almak istemedim. Flying Pig Downtown, birçok insandan övgüyle dinleyeceğiniz bir hostel. –Bir de Uptown var, oraya kefil olmuyorum. Siz Downtown’da kalın, daha merkezde.- Kolay arkadaşlık kurabileceğiniz güzel bir ortamı var. En çok tercih edilme sebebi ise hosteldeki “smoking room” nedeniyle coffeeshop’a ihtiyaç duyulmaması olabilir ;) Ben 16 kişilik odada kaldım ve 16 kişiye rağmen hiç sorun yaşamadım. Daha az kişilik odalar da mevcut.

Smoking” demişken daha yazının başında hemen araya sokayım. Amsterdam’da esrar sadece coffeshop’larda içiliyor. “Ay özgürlükler şehri, ay burada yasal zaten” diye öyle bir cigara sarayım, iki tur atayım diyemiyorsunuz yani. Ben tütün insanı olduğum için sıklıkla ot içiyorum sandılar. Önce bir kafede garson geldi, onu burada içemezsin diye. Sonra müze girişinde sıra beklerken güvenlik görevlisi dibime kadar girip kokladı elimdekinin ne olduğunu anlamak için. Evet, yanınızdan elinde cigarayla geçenler oluyor. Alakasız yerde “Koku geldi, burada coffeshop mu var?” diye çevrenize bakabiliyorsunuz ama o insanlar da bunu göze alıp takılıyorlar. Bu da kulağınıza küpe olsun, benden söylemesi.

Central Statiton
Hostele dönecek olursak, Schiphol havaalanından trenle yirmi dakikada şehir merkezine gideceksiniz. Hostel merkez istasyona çok yakın, beş dakikalık bir yürüme mesafesi. (Gerçi Amsterdam’da her yer yürüme mesafesi)

Ben Amsterdam tatilimi “Yürümekle yollar aşınmaz” diye anacağım, çünkü havaalanı ve Belçika yolcuğu dışında bir kez bile vasıta kullanmadım. Havanın çok soğuk olması nedeniyle ve sürekli yağan yağmurda (evet, yaz aylarını bilmem ama ekim gibi gidiyorsanız kesinlikle yanınızda kalın giysiler götürün) incecik tekerlekli bisikleti kullanmaktan kaçındım, ama siz mutlaka şehri bisikletle dolaşmaya çalışın. Yaya olduğunuz sürece de bisiklet kazasına kurban gitmemeye özen gösterin.

Benim yürürken en çok kurduğum cümle “laaaaan, koca şehirde bir tane bank yok laaannn” oldu. Evet arkadaşlar, bir kafeye oturmadığınız takdirde durup dinlenemiyorsunuz. Takılıp takılıp banklarda sızılmasın diye mi bilmiyorum, şehirde sadece bir yerde oturup dinlenmelik bank gördüm.

Eminim coffeshop ve smartshop’a gitmeden dönmeyeceksiniz, ama ben bu yazıda daha ziyade tatilin “kültür sanat” gezisi kısmını anlatacağım. Space cake, truffle vb tavsiyeleri giden gören arkadaşlarınızdan birebir almanız daha hayırlı olacaktır. (Hiç değinmeden geçemeyeceğim; biz Greenhouse ve Leidseplein’deki Bulldog’a gittik. Tavsiye ederim. Bulldog aynı zamanda alkol de alabileceğiniz bir coffeshop olarak diğerlerinden biraz daha ayrılıyor.)

Dam Square
Dam Meydanı’na mutlaka yolunuz düşecektir. Hostelim oraya çok yakın olduğundan ve ne zaman kaybolsam bir şekilde yolum oraya vardığından “Bütün yollar Dam’a çıkar” diye hatırlayacağım. Madame Tussauds müzesi hemen bu meydanda. Ben daha önce başka bir şehirde gezdiğim için Amsterdam’dakine girme gereği duymadım, kefil olmuyorum.

Damrak Caddesi, istasyondan Dam Meydanı’na yürüdüğünüz ana cadde. Seks müzesi vs bu caddede. Çok dandik görünüyordu, girmedim içine. Bir de Red Light District’te yeterince travma yaşadığım için kaldıramayacağımı düşündüm. :) Bu caddede bilumum souvenir dükkanı ve patatesçi göreceksiniz. (Amsterdam’da ucuz tatil için patates kızartması güzel bir çözüm. O kadar çok yürüyünce kilo da almıyorsunuz merak etmeyin. Ben döndüğümde “ne kadar zayıflamışsın” bile dediler.) Mutlaka farklı soslarla patates deneyin, ama küçük boy alın. Benim gibi –bilenler bilir, iştahımın maşallahı var- bir insana bile orta boy çok geldi, ziyan ettim. Genel olarak porsiyonlar her yerde dolu dolu geliyor, siz o yüzden en küçük boyları tercih edin. (Bu arada, dediğim hostelde kalırsanız bu caddenin hemen paralelinde kalıyor olacaksınız)

Mutlaka I Amsterdam kartı alın. İstasyonun hemen karşısındaki turist büroda satılıyor. Birçok müze, şehir içi ulaşım ve kanal turu vs dahil. Bence iki günlük alın, rahat rahat gezin. Benim yanımdaki arkadaşım, “aman biz o kadar gezmeyeceğiz, pahalıya gelir” diye aldırmadı ve daha günün yarısı bitmeden almayarak zarar ettiğimizi fark ettik. Siz arkadaşınızı dinlemeyin, alın o kartı.

Boat house
Şehri gezmeye kanal turu ile başlayabilirsiniz. Önce bir derli toplu her yeri görmüş olursunuz. Rehberden öğreneceğiniz bilgiler de ilginç olacaktır. Ben boat house olayına bayıldım örneğin. Kanal turu yaparken kanalların üzerinde birçok bot ev göreceksiniz. 2500 tane varmış ve artık daha fazlasına izin verilmiyormuş.

Amsterdam zaten kanal şehri. Yürürken kaybolup her kanal gördüğünüzde “kurtulduk, burayı biliyorum” havalarına girmeyin. (Ki Amsterdam’da kaybolmak pek bir güzel, korkmayın.) O kanalların hepsi birbirine benziyor. Doğru yolda olduğunuzu sanırken ters istikamette yürüyor olabilirsiniz. Açın haritanızı bakın, en olmadı birilerine sorun. Herkes İngilizce biliyor zaten, çok da yardımsever insanlar. Yalnız “Yürüyecek misiniz? Orası çok uzak” laflarına kanmayın. Uzak dedikleri yer, en fazla yirmi dakikalık mesafe oluyor çoğu zaman.

Kanallar....
Amsterdam’da öyle gece hayatı pek yok. Belirli bir saatten sonra sokaklar ıssız. Kulüpler biraz daha uzak yerlerde. Ve herkes -tüm gün takılmanın getirdiği mayışıklıktan olsa gerek- erkenden uyuyor. Kaç kez “iki saat sonra uyandırın, dışarı çıkacağım” derken sabaha kadar uyudum bilmiyorum. “Erkenden uyuyacak mıyım yani?” diye utançla odaya çıkıp odanın yarısının çoktan uyuduğunu gördüğüm de çok oldu.

Yine de, ille de gece kulübe gidip çılgınlar gibi dans edeceğim diyorsanız yoldaki polise bile sormanız yeterli. Size keyifle gece hayatı tavsiyeleri verecektir. Leidseplein (ki biz kolay olsun diye Led Zeppelin ismini taktık) ve Rembrandtplein gece canlı oluyor.

Red Light District mutlaka akşam görmeniz gereken yerlerden. Gündüz de kendilerini vitrinde sergileyen kadınlar olacaktır ama gece daha canlı. Ben gezerken –belki yediğim kekin de etkisiyle- kendimi çok kötü hissetmiştim. Sonuçta hemcinsleriniz para kazanabilmek için kendilerini yarı çıplak vitrinde sergiliyor. Kadının metalaştırılması mı? Tam karşınızda. Ne kadar “ben etkilenmem” derseniz deyin, üzücü bir deneyim olacaktır. Ya da bilmiyorum belki kek etkisiyle bana özeldir. Önümde sürü halinde gezen erkek yığınlarını da görünce korkuyla girmiştim arkadaşımın koluna. Sakın fotoğraflarını çekmeye kalkmayın, bu nedenle saldırıya uğrayan insanlar olmuş.

Chinatown ile Red Light District arasında bir yerde Nieuwmarkt var. Burada şehrin en eski –dinî olmayan- binasını göreceksiniz. Gerçi içine de girmediğinizden bir olayı yok ama vaktiniz olursa görün siz yine de, şehrin kapısı diye de geçiyormuş. Bir de pazar kuruluyor burada, yerel pazarları gezmeyi seven biriyseniz bir göz atabilirsiniz.

Waterlooplein, ne ararsan var.
Ama asıl pazarlarlar Albert Cuypmarkt ile Waterlooplein. İlkini ben gezmedim, ikincisine “alllaaaahhh, ikinci elci” nidalarıyla koşarak gittim ama pahalıydı. Öyle “ucuza kıyafet bulacağım” diye heveslenmeyin yani.

Müzeler kısmına geçmeden önce mutlaka görülmesi gereken iki yer daha: Yel değirmenleri ve Vondelpark.

Yel değirmenleri biraz uzaktaymış, gitmedim. Sadece –yine biraz uzakta- Artist Zoo (hayvanat bahçesi) yakınında gördüğüm tabelayı takip edip bir tane buldum. Ama ne içine girebildim, ne de bir olayı vardı. Don Kişot misali biraz abartmışım sanırım. :)

Vondelpark… Benim asla unutamayacağım deneyim. Truffle deneyecekseniz mutlaka burada deneyin. (Kimileri hayvanat bahçesinin de eğlenceli olacağını söylüyor.) Bana kalsa burayı övmekle bitiremem, iki gün aralıksız konuşurum hakkında; ama ben gezerken burayı güzelleştiren başka etkenler de vardı. Gidip "bu muymuş" demeyin sonra.

Gelelim müzelere...

Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken başlıca yer, Anne Frank Evi. Ben Anne Frank’ın günlüğünü okumamıştım ama yine de çok etkilendim. Yahudi soykırımı sırasında Anne Frank ve ailesinin saklandığı yeri gezin derim.  Günlüğü okuyanlar orijinal el yazmalarını görme fırsatını kaçırmayı zaten istemezler sanırım. Yanınıza da bir paket mendil alın isterseniz, zira gözlerinizin dolmasını engelleyemiyorsunuz. Buraya mutlaka sabah erkenden gidin. Önünde çok sıra oluyor. Biliyorum, şimdi siz bu lafımı kulak arkası edecekseniz ama ne diyeyim, gidince görürsünüz gününüzü. :)

Heineken Experience...
Hayır, yazıda bahsettiğim çocuk bu değil.
Heineken Experience benim için hayal kırıklığı oldu. Neden bilmem, hep işleyen bir fabrikayı üretim esnasında gezeceğim sanıyordum. Gitmeden biraz araştırsaymışım iyiymiş. Biranın nasıl yapıldığını anlatıyorlar, dandik bir dört boyutlu deneyim yaşatıyorlar vs. Ama paranız çok da boşa gitmiş sayılmaz, sonunda iki bira hakkınız var. Bir de çok yakışıklı bir çocuk, iyi bir birayı nereden anlarsınız sunumu yapıyor. Aynı çocuk orada olacaksa mutlaka gidin zaten ;)

Müzelerin çoğu derli toplu bir arada Museumplein’de. Van Gogh Müzesi, Rijksmuseum, Stedelijk Museum hepsi bir meydanda. Burada olmazsa olmaz Amsterdam fotoğrafı çektirebileceğiniz I Amsterdam yazısı da var.

Museumplein
Resim alanına ilgi duyuyor ve biraz da anlıyorsanız sizin için cennet sayılacak müzeler var. Ben anlamadığım halde hiç sıkılmadım gezerken. İlki tabii ki Van Gogh Müzesi. Van Gogh’un ve arkadaşlarının tabloları sergileniyor. Diğeri de Rijksmuseum. Burada da Rembrandt tabloları var. Rijksmuseum benim en sevdiklerimden oldu. National Gallery ile British Museum arası bir şey. Sadece tablolardan oluşmuyor yani. Ben en çok antika dolapları gezerken keyif aldım. :) Herkese göre bir şeyler var burada. Ama büyük bir müze, detaylıca gezmek istiyorsanız bolca vakit ayırmanız gerekiyor. 1100’lerden 2000’e dört döneme ayrılmış dört kat var. Ben katlarda koşarak sadece ilgimi çekenlere göz atmama rağmen ancak iki katı gezebildim. Bu arada, Rembrandt’ın ünlü Night Watch tablosu da bu müzede. Çok güzel bir de sanat kütüphanesi var.

Stedelijk Museum ise Bienal ile Modern Sanatlar Müzesi arası bir şey. Sanat ve tasarım müzesi diye geçiyor zaten. 1950 öncesi ve 1960 sonrası şeklinde ayrılmış. Gezerken sıkılmazsınız ama modern sanata özel bir ilgi duymuyorsanız en sona bırakıp vaktiniz kalırsa girin bence.

Rembrandt'ın Evi
Rembrandt’ın evi var bir de. Ben bu sayede ilk kez yakından kelebek koleksiyonu görmüş oldum. :) Evde bir sürü fosil var. Ne alaka, dönünce araştırayım dedim ama tabii ki tatil biter bitmez eski tembelliğime geri döndüğümden açıp bakmadım bile.

Verzetsmuseum ise biraz uzakta hayvanat bahçesinin orada. Arkadaşlar Direniş Müzesi yapmışlar ama teslimiyet müzesi dense daha doğru. Daha en başında sosyalizm ile faşizmi aynı kefeye koyduklarından “lan kıçınızı Sovyetler kurtardı lan” şeklindeki öfkeme maruz kaldılar bir de, hoş olmadı. Müzeden ziyade sergi tadında. Dönemin başlıca olaylarını tekil örneklerle sıradan insanlar üzerinden anlatmışlar. Küçük bir müze olduğuna aldanmayın, eğer tek tek herkesin hikâyesini okumaya kalkarsanız çok vakit alır.
Verzetsmuseum

Hollanda Ulusal Müzesi, Şehir Müzesi vs gezmedim. Gitmeye değer mi bilmiyorum. Ot müzesi de var, ama bana daha önce giden birisi gezmeye değmez dediği için girmedim.

Hediye olarak ne getirilir? Anne baba, patron vs için peynir güzel bir hediye olacaktır. Gouda peynirini tatmadan gelmeyin. Ben peynir insanı olmadığımdan farkını anlamadım ama siz bir de kendiniz tadın. Smartshop’tan alacağınız “grinder” çoğu arkadaş için iyi bir hediye olacaktır. Gerçi orada kullanacağınız malzeme ile Türkiye’deki farklı olduğundan burada pek işe yaramayacağını söyleyenler var. Ben hiç anlamam bu işlerden, başkalarının yalancısıyım :p

Amsterdam bu kadar. Tahminimden uzun bir yazı oldu. Masallar diyarı Gent ve Bruges’u ayrı bir yazıda anlatmak daha iyi olacak. Tatil anlayışınız ne olursa olsun, eminim Amsterdam’da çok eğleneceksiniz. Hele bir de yanınızda sizinle aynı kafada bir arkadaş olsun, o zaman tadından yenmez. Ben biraz eksikliğini çektim. Yalnızsanız da problem değil, hostelde arkadaş edinirsiniz kolaylıkla. Son olarak, “Amsterdam’da olan Amsterdam’da kalır” arkadaşlar. O yüzden, siz bu yazıda tatilin “kültür sanat” tarafıyla yetinin en iyisi. :)



4 Ekim 2013 Cuma

Oyun Atölyesi, Yeni Oyunu NEHİR ile Sezona “Merhaba” Dedi


Ekim ayının gelmesiyle tiyatrolar bir bir perdelerini açarken Haluk Bilginer’in kurucusu olduğu, Kadıköy Moda’da bulunan Oyun Atölyesi de yeni sezonu yepyeni bir oyunla açtı. 2 Ekim’de prömiyeri gerçekleşen Nehir, izleyicilerin beğenisini toplayarak başarılı bir başlangıç yaptı. Haluk Bilginer’in yönetip aynı zamanda sahne aldığı oyunda Bilginer’e sevilen oyuncular Ayça Bingöl ve Canan Ergüder eşlik ediyor. En ufak ayrıntılarına kadar düşünülmüş dekoruyla titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu belli eden oyunun sahne tasarımı ise Gamze Kuş’a ait. Daha önce Mojo gibi birçok ödül kazanmış başarılı oyunlara ve sinema filmi senaryolarına da imzasını atan Jez Butterwoth’un kaleme aldığı ve Hira Tekindor tarafından çevrilen Nehir, kadın erkek ilişkilerini temel alıyor. Oyunda, hayatına giren her kadını beraber balık tutma fikriyle aynı kulübeye getiren bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Beraber olduğu tüm kadınlara aynı şekilde davranan ve tüm ilişkilerini tek bir kalıba sokma çabası içindeki adamı izlerken ister istemez aklınıza Herakleitos’un o ünlü sözü geliyor. Aynı nehirde kaç kez yıkanabilirsiniz?

Ekim ayının ilk haftası için biletleri şimdiden tükenen Nehir, 1-2-3 Kasım’da da İzmir turnesine çıkacak.

Biletlerini internet sitesinden, gişeden ya da telefonla alabileceğiniz Oyun Atölyesi’nde, Cumartesi gündüz sergilenen oyunları indirimli seyredebileceğinizi de hatırlatmak isterim.